20 Mayıs 2011 Cuma

BENİM GÖNLÜM SARHOŞTUR

YILDIZLARIN ALTINDA

Silme yıldızla kaplı gökyüzünü Kapadokya'da gördüm. Arabanın arkasında, yol yorgunluğundan kaykılmış vaziyette otururken, sıkıntıyla pencereden gökyüzüne doğru bakıvermiştim. Bir anlık bir hareketti. Ama gördüğüm manzara karşısında adeta büyülenmiştim, kilitlenmiştim, küçük dilimi yutmuştum vs. vs. vs.

Kapadokya'ya ilk gidişimdi. Azıcık olaylı bir geziydi hatırladığım kadarıyla. Bir kere yola çıkışımız başlıbaşına bir olay olmuştu. O sıralar, okuldan yeni mezun olmuş, Hürriyet gazetesinde çömez bir stajyer muhabir idim. Yine basınımızın güzide çömez stajyer muhabiri arkadaşlarımla bir Kapadokya gezisi yapmayı planladık. Plan çerçevesinde defalarca biraraya geldik. Ne zaman gidelim, nasıl gidelim, nerede kalalım. Her seferinde bir karar almadan dağılıyorduk. En sonunda hepimizin canına tak etti. Akşam karar verip, ertesi gün yola çıktık. Konaklayacağımız yeri bir arkadaş belirlemişti. Nasıl, neye göre orayı seçmişti hatırlamıyorum. Nereden baksan 15 sene geçmiş arkadaş, nasıl hatırlayayım o kadar detayı. Ulaşımımızı bir otobüsle yapacaktık. Sonra, arkadaşıma verilen tarifteki bir mola yerinde inecektik. Bizi bilmem kim arabasıyla gelip alıp, kalacağımız yere götürecekti. Ulusal Basın Ajansı vardı o zamanlar, UBA. UBA'dan Erkan, Anadolu Ajansından Emine, Cumhuriyet'den Ebru ve Hürriyet'ten ben. Ekibe gel ekibe =)

Neyse efenim, otobüse oturduk önlü arkalı ve hareket ettik etmesine ama, o nasıl bir hız yapmaktır. Kalbim ağzımın içinde atıyor neredeyse. Şoför amcaya doğrudan "Amca yavaş git biraz, can taşıyosun. Aaaaa" demek yemedi. Ben de başladım gazete haberlerinden istatistikler, günlük hayatta yaşanmış kazalardan örnekler vermeye. Bunları sesimin çıktığı en yüksek perdeden anlatıyorum ki şoför amca duysun da, aklı başına gelsin, hızını düşürsün. Ama nerdeeeeee ! Şoförün beni taktığı yok. Bir süre sonra pes ettim. "Başa gelen çekilir" diyerek uykuya daldım. Uyandırıldığımda, otobüsün mola yerine gelmiştik. İndik otobüsten. İlk önce bi tırstık biz, araba maraba yok ortalıkta. Otobüsten de indik. Araba gelmezse napiciizz diye.

Haa bu arada hatırladım biraz. Emine eğitim muhabiriydi. Eğitim - Sen'den bir tanıdığı ayarlamıştı kalacağımız yeri, bizi mola yerinden alacak arabayı filan. Neyse geldi sözkonusu araba. Doluştuk. Yorgunluktan ve fazla adrenalin salgılamaktan bitap düşmüş ben, arkada kaykılmışken, gözlerimi dışarı çevirdiğimde ne görsem beğenirsiniz ? Yazının girişinde de belirttiğim gibi, silme yıldız kaplı bir gökyüzü. "Bir an önce kalacağımız yere gitsek de yatsak" diye mızmızlanan ben, manzara karşısında uykuyu da, yorgunluğu da, oteli de unutmuştum. Sonrasında gezimiz keyifli geçmişti. Epeyce eğlendiğimizi hatırlıyorum. Hanım hanımcık arkadaşımız Emine, erkek arkadaşı olmasına karşın, gece gittiğimiz barda yabancı bir erkekle dansetmişti de, hepimizin ağzı açık almıştı. Ne dedikoducuyum ama =) Evet. Kapadokya ile ilk tanışmam böyle olmuştu. Sonra iki kez Ihlara Vadisine günübirlik doğa yürüyüşüne gittim. Bir de sonradan bir bayram tatilinde iki günlüğünde başka arkadaşlarla gittiğimi hatırlıyorum. En son gidişim ise, AFSAD Portre Atölyesi'nin 2-3 Nisan 2011 tarihli gezisi sayesinde oldu.

Bütün bu gidişlerimde kafamda pekişen düşünce şu ki, Kapadokya apayrı bir gezegen. Bu dünyadan bir yer değil. Her seferinde, o peribacalarını gördüğümde, o manzarayı, vadileri gördüğümde aynı şeyi düşünüyorum. "Burası başka bir gezegen."

Fazla uzattım biliyorum. Hadi biraz fotoğraflarıma bakın.

Gitmediyseniz de mutlaka gidin.

Yaşayalım ki

Seninle yaşlanmak istiyorum. Seneler geçsin, sen beni bil, ben seni bileyim istiyorum. Benim olduğu kadar dostlarının, dostlarının olduğu kadar benim ol istiyorum. Nice sıkıntı ve zorluk yaşayıp anlatalım.

Yaşayalım ki, öğrenelim hayatı ve destek çıkmayı. Birbirimizin omuzlarında ağlamalıyız. Sen çok dertlenip, içip, arkadaşlarınla eve gelmelisin. Paylaşmalı ve beraber sıkılmalıyız. Öyle ki, yalnız sıkılmak sıkmalı bizi.

Yaşayalım ki, paramız olunca sevinelim. Güzel günlerimizi, evimizde, bir şişe şarap ve pijamalarımızla kutlamalıyız. Ya da bazen dostlarla ucuz biralar içerek... Böylece yaşamalıyız işte.

Sonra çocuğumuz olmalı, düşünsene, senin ve benim olan bir canlı. Geceleri ağladıkça sırayla susturmalıyız. Sen arada mızıkçılık yapmalısın. Ve ben söylenerek sıranı almalıyım. Yorgun olduğum için yemek yapmamalıyım, söylenerek yumurta kırmalısın. Hava soğukken birbirimize sıkıca sarılıp yatmalıyız.

Zaman su gibi akıp giderken, herşey yaşanmış bir hayatımız olmalı. Herşeye rağmen hiç bıkmamalıyız birbirimizden. Mutlu da olsa, kötü de olsa, yaşadığımız günler bizim günlerimiz olmalı. Saçlara düşünce aklar ya da gidince aklar, çocukları güvence altına alıp gitmeli bu şehirden.

Kavgasız, her sabah gürültüyle uyanılmayan, sessiz bir yere gitmeliyiz. Geceleri balkonda denizi seyredip, sandalyelerimizde sallanmalıyız. Eve gelip, benden kahve istemelisin. Çocuklar gelmeli ziyaretimize, geçmişteki hareketli günlerimizi anımsamalıyız...

Öyle sevmelisin ki beni, bu yazdıklarım korkutmamalı seni. Tebessümler açtırmalı yüzünde. Bir gün bu hayatı bırakıp giderken, sadece mutluluk olmalı yüzümüzde, birbirimizi sevmenin gururu olmalı "herşeyde".


Can Yücel




Not: şuursuzperi'nin blogunda okudum, kendiminkine de taşımak istedim.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

AFYON GARINDAKİ

Afyon garındaki küçük kızı anımsa, hani,
Trene binerken pabuçlarını çıkarmıştı;
Varto depremini düşün, yardım olarak Batı'dan
Gönderilmiş bir kutu süttozunu ve sütyeni.

Adam süttozuyla evinin duvarlarını badana etmişti,
Karısıysa saklamıştı ne olduğunu bilmediği sütyeni,
Kulaklık olarak kullanmayı düşünüyordu onu kışın;
Tanrım gerçekten çocukluk günlerinizde mi?..

Eşiklere oturmuş bir dolu insan
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

CEMAL SÜREYA

Afyon doğumluyum ama Afyon'u hiçbir zaman sevememiştim. Akrabalarımız orada yaşadığından, çocukken benim için Şubat tatili ya da yaz tatili demek, Afyon'a gidip anneannemin dedemin ellerini öpmek demekti. Onları çok severdim -şimdi rahmetli oldular- ama çocukken orada çok sıkılırdım, öyle böyle değil. Tutucu bir şehirdir ya Afyon, orada kısıtlanırdı hep davranışlarım. "Oraya gidemezsin, buraya gidemezsin. Bu elbiseni Afyon'da giyemezsin." Çocukken kaytaramazdım tabi ama büyüyüp işe girince hafiften kaytarmalar başladı. "İzin alamam. Ben arkadaşlarımla plan yaptım" vb. Gittiğimde de hep kısa kalır, erkenden dönerdim ben. 2010 Kurban Bayramı'nda annem, babam ve kendimden oluşan çekirdek ailemiz Afyon'a gittik. Dayımların dedemlerle beraber oturdukları eski ev, Kale'ye yakındı. Oraları yeniden görmek istiyordum. Eş dost akraba ziyaretlerinden zar zor kaçıp kurtulabildiğimiz bir gün babam ve ben attık kendimizi sokaklara. Kale civarına gittik. Çocukluğumda böyle değildi oralar. Şimdi nasıl değişmiş. Ankara'daki Hamamönü gibi ya da ne bileyim Beypazarı-Safranbolu evleri gibi restore etmişler eski evleri. Bu kadar çok konak var mıymış diye hayretle baktım yanıma yöreme. Bir de sanki artık sevmeye başlamışım gibi geldi bu küçük, tutucu, yolların kesişme noktasında olduğu halde bir türlü gelişememiş kenti. Yaşlanıyor muyum acaba ? Kocatepe Üniversitesi kurulduktan sonra, tamamen kalkmasa da, tutuculuk azalmış gibi. Üniversite renk getirmiş sanki Afyon'a.

Fotoğraf da çektim tabi ki.
Buyurunuz efenim fotoğraflarla kısacık bir Afyon Kale civarı turuna:




NOT: Mavi Ev'li fotoğraf NİL için. Sepya tonundaki metruk ev NES için. Otele dönüştürülmüş konaktaki odalardan çatı katı daaa ELİF için.