26 Şubat 2011 Cumartesi

merak

vazgeçmezden önce çırpınırken ben,
kılını bile kıpırdatmamışken,
vazgeçtiğim andan itibaren
bu geri dönüş,
..
ısrar
..
neden ?

25 Şubat 2011 Cuma

Mim'lenmişim ! Yaşasın !

Blog hayatına adım atalı dün bir, bugün iki oldu ama, ilk mimimi aldım bile =)
Efenim, mimin konusu ilkokuldayken ya da küçükken kendinizi rezil ettiğiniz durumlar.

Açıkçası, o kadar geriyi hatırlayamıyorum ama basbayağı yetişkin olduğum bir dönemde yaptığım bir rezillik var ki ! "Ne siz sorun, ne ben söyleyeyim" demek var ama, demeyeceğim. Zaten iki okurum var, e onlar da can ciğer kuzu sarmalarım. Sizden mi saklayacağım. Aha da yazıyorum:

Efenim 2006 yılında yaklaşık altı ay süren bir ilişkim oldu. Altıncı ayda da ilişkimiz bitti. Yalnız, arkadaşım gmail adresinin şifresini biliyordum (kendisi söylemişti valla, hafiyelik yaparak ya da hacker yardımıyla elde ettiğim bir şifre değildi). Ayrıldıktan sonra da ben ara ara arkadaşımızın gmail hesabını kontrol etmeye devam ettim.

Birgün, yakın bir kız arkadaşım aradı beni. Telefonda epeyce tartıştık. Hatta tartışma bizi bir yere götürmediği için telefonu gergin bir şekilde kapattık. Ben, kendimi tam olarak ifade edemediğimi düşündüğüm için, oturdum kıza bir e-posta döşendim. "Hemen göndermeyeyim, aklıma başka şeyler gelirse onları da ekler, öyle yollarım" dedim kendi kendime. Ve taslaklara kaydettim. Neden sonra farkettim ki, güzelce dayayıp döşeyip bir de taslaklara kaydettiğim e-posta meğer kendi gmail hesabımda değilmiş de, onun gmail hesabındaymış.

Farkeder etmez hemen sildim tabi taslaklardan. Zaten arkadaş da akabinde şifresini değiştirdi.
Yaaa ! İşte böyle ! Rezillik dediğin böyle olur. Bundan daha rezil bir duruma düşüren varsa kendini beri gelsin ama hiç sanmam.

24 Şubat 2011 Perşembe

Kendimi Çıplak Hissettim Bugün

Sabah, işe gitmek üzere evden çıktım.
Durağa doğru yürürken, birdenbire farkettim ki, takı takmamışım !
İşte o an, bir an için, kendimi çıplak hissettim.
Kendimde büyük bir eksiklik varmış gibi.
Takı takmayınca öyle hissediyorum. Gerçekten. Eskiden, deli kızın çeyizi misali ne buldumsa takar takıştırırdım. Şimdi öyle değilim, yaşla beraber insan sadeleşiyor sanki. Ama küpe-kolye takmadan dışarı çıkmam genellikle.

Neyse ki, gün içinde bu eksiklik duygusuyla başetmesini bildim. =)
Akşam, eve gelir gelmez, takılarımı fotoğrafladım.
Sonra da bu yazıyı yazıp, bugünkü unutkanlığımı belgelemek istedim ki, aynı unutkanlığı tekrar yapmayayım.
Siz de sever misiniz takıları ?
Ben bayılırım.
Hiç takı takmayan kadın var mıdır acaba ? Sanmıyorum. 

Takı demişken, bir film önermeden geçemeyeceğim. Belki de izlediniz ama, yeri gelmişken hatırlatmak istedim. "Kanlı Elmas (orijinal adı Blood Diamond) filmi, Afrika'daki savaş bölgelerinde çıkarılan, savaş düzenini finanse etmekte kullanılan elmasların çıkarılması sırasında Afrikalıların nasıl sömürüldüklerini konu alır. 2006 tarihli ABD yapımı filmde Leonardo DiCaprio ve Jennifer Connelly rol almış. Ünlü pırlanta markası De Beers'in bu filmin gösterimini yasaklatmaya çalıştığını duymuştum.

Neyse efenim, taşları değerli olmasa da benim için paha biçilmez değere sahip, herbirini severek kullandığım mütevazı incik boncuklarımın fotoğraflarına bakmak ister misiniz ?



Bu fotoğraftaki kolyeyi Kaş'tan almıştım. Kaş'tan almış olduğum herşey benim için ekstra önem taşır. Dolayısıyla bu kolyeyi çok severim. Yaklaşık iki yıl süren kolyeye uygun, aynı renk ve boyda küpe arayışım, ümidimi yitirmeye yüz tuttuğum bir zamanda, Kök Çarşısı'nda, Gözde adlı gümüşçüde, mutlu sonla noktalandı.



Balık burcuyum ben. Ama balık figürünü sevmemin bununla ilgisi yok. Neyle ilgisi var ? Denizi sevmemle ilgisi var tabi ki. Sarı olanın altındaki iki balıklı kolyeyi de Kaş'tan aldım. Bayıla bayıla takıyorum. Sarı kolye Ankara'dan, yine Kök Çarşısından.


Bu ortasında gerçek papatyalar olan küpeler de Kaş'tan. Ne kadar sevdiğimi yazmama gerek kalmamıştır artık değil mi ? Küpelerle birlikte Ankara'ya döndükten sonra, bu sefer de küpelere uygun kolye aradım uzun süre. Bu arayışım da Atakule'deki Oğuz Gümüş'e bu çakma mercan kolyeyi yaptırmamla sona erdi.

 

Bu kolye, Yargıcı'dan. Oranın aksesuar ve takılarına da bayılıyorum bu arada. Marka ve mağaza isimleri veriyorum yazıda, ayıp oluyor mudur acaba ? Görgüsüzlük gibi mi oluyor ? Bilemedim. Neyse.

Bu yusufçuk kolye ucu da Yargıcı'dan. Zinciri koptu. Takamıyorum. Tamir ettirmem lazım.


Hmmm... Bu küpeler ise Accessorize'dan. Kelebek figürüne bayılıyorum.


Neyse artık neyi nereden aldığımı yazmayacağım.

 Halka küpeleri de pek severim.

 Ve, yüzüklerim.


İlk blog yazım burada sona eriyor.
Bakalım bir dahaki sefere ne yazacağım ?

23 Şubat 2011 Çarşamba

MUTLULUĞUN RESMİ

“Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin ?”
Nazım Hikmet’in bu meşhur dizesini bilmeyen yoktur sanırım. Pekiiiii, bu dizenin Havana ve Küba için yazılmış bir şiirden olduğunu biliyor muydunuz ? Ben bilmiyordum. Öğrendiğimde hem şaşırdım, hem etkilendim, hem de mutlu oldum. Demek ki o dev şair de Küba’ya gitmişti. Gidip, beğenip bir de şiir yazmıştı ! Bu dizenin böyle bir öyküsü olduğunu bilmediğim için kendime kızdım ama, Nazım’ın bile hayran kaldığı bir ülkeyi göreceğim için heyecanlandım, sevindim.


 
 



       
  “Küba’dan döndüm bu sabah
Küba meydanında altı milyon kişi akı, karası, sarısı
melezi ışıklı bir çekirdek dikiyor çekirdeklerin
çekirdeğini güle oynaya
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin ?
işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında
dolanan kırmızı balığınkini
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin ?
1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin
çok şükür çok şükür çok şükür bugünü de gördüm, ölsem de
gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstat
yazık yazık Havana’da bu sabah doğmak varmışın
resmini yapabilir misin….”


 


“Ak bir kadillakla girdik Havana’ya
Otomobilin böylesine ömrümde ilk biniyorum
Araba değil okyanus”
demiş Nazım Hikmet “Havana Ropörtajı”nda.



Biz ise ak bir kuşla girdik Havana’ya. Bir AirFrance uçağıyla. Havaalanından çıkıp, Havana topraklarına ayak bastığımızda hava kararmıştı. O ilk andan aklımda kalan, gün batımından dolayı kızıla kesmiş palmiye ağaçlarıydı. Otele varıp odama girdim. Perdeler sıkı sıkı kapalıydı. Hemen gidip perdeleri açtım. Daha önce Küba’ya gidenlerin yazılarından, yorgun olduklarından dolayı hemen uyuduklarını, sabah uyandıklarında odalarının okyanus manzaralı olduğunu fark ettiklerini biliyordum. Ben sabahı bekleyemeyecektim. Odam okyanus manzaralı mı değil mi hemen öğrenecektim. Dışardan gelen dalga sesleri aslında ipucu veriyordu. Perdeleri açtığımda, okyanusun beyaz köpüklü dalgalarının öfkeli homurtularıydı bana “hoş geldin” diyen. Hem etkilendim hem de ürktüm. Dalga sesleri sanki odanın içindeymişçesine yakın ve güçlüydü. Bu kez de ya dalgalar yükselip yükselip de odamın içine girerse diye korktum. Uyumakta hayli zorlandım. Allahım, Küba’daki ilk gecem böyle mi olacaktı ???? Ben de ne korkakmışım meğerse ! Uçakta türbülanstan kork, otelde dalgalardan kork! Ohoooo! Nasıl olacak bu gezi bilmiyorum !?



Ertesi sabah güç bela daldığım uykumdan beni uyandıran yine aynı dalgalar oldu. Ama bu sefer görüntü gece olduğu gibi ürkütücü değildi. Güneşli, aydınlık bir sabaha uyanmıştık. Günaydın Havana ! Şimdiye dek dergilerde, gazetelerde, internetteki gezi sitelerinde gördüğüm fotoğraflardan ibaret olan Capitolio, Devrim Meydanı, Sanayi Bakanlığı, Katedral Meydanı, eski Amerikan arabaları, coco taksiler, mojitolar, Hemingway’in barı El Floridita ! Tanışma zamanı geldi. Hazır mısınız ?






Havana’daki otelimizin adını hatırlamıyorum. Aslında kaldığımız otellerin hiçbirinin adını hatırlamıyorum. Ama en güzel kahvaltı buradaki oteldeydi. En azından peynir vardı yaa, peynir. Yemekler açık büfeydi, çeşit görünürde çoktu da, damak tadıma hitabeden yemek azdı. Yine de gözünüzü korkutmayayım; tavuk, makarna gibi yiyeceklerle karnımızı doyurduk, aç kalmadım hiçbir zaman. Yalnız mucize meyve ananasa teşekkür etmeyi bir borç bilirim. Özellikle kahvaltılarda, beni aç kalmaktan kurtaran leziz, kutsal bir meyvedir kendisi. Sağolsun, Varolsun. Üstelik de antioksidanmış. Faydalı da bir şey yani.

 

 
Kahvaltı sonrası, grup toplanıncaya kadar fotoğraf çekebilir miyim diye dışarı çıktım. Gıcır gıcır iki Amerikan güzeli park halinde otelin önünde. Ya bir daha bu kadar yakından görüp de fotoğraflayamazsam diye başladım deklanşöre basmaya. Endişem yersizmiş. Bırakın Havana’yı tüm gezi boyunca bol miktarda görecekmişim onlardan zaten. Otobüsün içinde, camdan bakarken, birdenbire yanınızdan geçmiyor mu ya da karşıdan gelmiyor mu o eski Amerikan güzelleri, inanın aklınızı da kalbinizi de yerinden ediyor. Araba meraklısı değilim ama, Küba’da birdenbire beliriveren o otomobiller insanın içini kıpır kıpır ediyor. 

 


 
Amerikan Güzeli


Bu da, Amerikan Güzelinin içinde bir Küba güzeli :)
Devrim Meydanı, Che’nin rölyefinin bulunduğu İçişleri Bakanlığı Binası, Jose Marti’nin heykeli, Capitolio, Plaza de Armas…. Önceleri sadece birer fotoğraf olan bu mekanları şimdi kendi gözlerimle görmek mutluluk vericiydi.

  
İçişleri Bakanlığı





Capitolio

 
Cespedes

Havana’da bir rom fabrikasını gezdik. Bunda ilginç bir yan yok.





İlginç olan, rom fabrikasının hemen yanında bir İslam Merkezi’nin bulunmasıydı. Fabrikadan çıkıp otobüsümüze doğru yürürken öndeki arkadaşların grup halinde sağ tarafa doğru yöneldiğini gördüm. Ne oluyor diye gittim. Baktım ki, turdaki beyler İslam Merkezindeki amcayla sarmaş dolaş

 
Köle İsaura diye bir dizi vardı, hatırlar mısınız bilmem ? Yanyana sıralanmış tek katlı evler, evlerin önünde palmiyeler bana o diziyi, dizi de çocukluğumu çağrıştırdı. Özellikle Plaza de Armas, sömürge dönemi film ve dizilerin geçtiği mekanların birebir örneği gibiydi. Ben bu meydanı çok sevdim. Mavi pencereli, adeta dantel işlenmiş gibi inşa edilmiş binalar, görkemli Katedral, meydandaki kafe, uzun sopaların üzerinde danseden gençler, 1 peso karşılığında turistlere poz veren yöresel giysiler içerisindeki puro içen kadınlar benim için gayet ilham vericiydi.

 


 











Hayatımın geri kalan kısmını Küba’da geçirmek istersem, nasıl para kazanacağım sorusunun yanıtını bu meydanda buldum. Göz alıcı renklerde yöresel giysiler giyip, ağzımda en kocamanından bir puro ile turistlere poz verecek, erkek turistleri öpecektim 1 peso karşılığında. Eh, iş – geçim derdim de kalmadığına göre Havana’nın tadını çıkartabilirim artık. Ne de olsa ilk ve son kez turist olarak geziyorum burayı

 

 
Küba’ya giden bir arkadaşın fotoğraf sunumunu izledim döndükten sonra. Sunumda Havana yoktu, fazla turistik bulduğu için kasıtlı olarak koymadığını söyledi. Evet, Havana’nın turistik olduğu doğru ama bu onun tarihteki yerini, önemini, değerini azaltmaz ki. 1982 yılından bu yana UNESCO’nun “Dünya Kültür Mirası” kapsamına alınan “Eski Havana”da restorasyon çalışmaları hala sürüyor. İspanyol koloni döneminin mimari özelliklerini taşıyan binaları, romu, purosu, kafeleri, müziği ile Havana görülmeye değer bir şehir.



 




Havana’daki son günümüzde şehri gezmek için bir miktar boş zamanımız oldu.










Biraz ara sokaklara dalıp fotoğraf çektikten sonra, Hemingway’in meşhur barı “El Floridita” ya gidip birer daiquiri içelim dedik turdan iki arkadaşla.
  

 
 El Floridita

 
El Floridita


El Floridita'nın müzisyenleri... Ah o çapkın bakışlı, çapkın gülüşlü gitarist yok mu....

Daiquirilerden sonra ne yapsak diye düşünürken, “Cristobal Colon mezarlığına gidelim” dedim. Arkadaşlar “orada ne var” diye sordular. Kocaman harika bir mezarlık olduğunu, etkileyici heykellerin olduğunu söyledim. “Milagrosa” diye ünlü bir mezarlık olduğunu, bu mezarlığın da hüzünlü ve ilginç bir öyküsü olduğunu anlattım. Öyküyü Binrotadaki yazılardan okumuştum. Doğum sırasında ölen anne ve bebeği aynı mezara gömülür. Bebek, annenin ayaklarının dibindedir. Kadının kocası mezartaşı olarak haça dayanan, kucağında bebek olan bir kadın heykeli yaptırır. İki yıl sonra mezarı açtıklarında, bebek annesinin kucağındadır. Zamanımız yeter mi diye endişelendik ama sonuçta gitmeye karar verdik. Coco taxi ile gitmeyi önerdim, hem zamandan kazanırdık hem de bu ilginç ulaşım aracını da denemiş olurduk. Her iki önerim de kabul gördü J El Floridita’dan çıkıp gördüğümüz ilk coco taxinin sürücüsüne nereye gitmek istediğimizi söyledik. Uzak olup olmadığını sorduk. Yakınmış. Kaç paraya götüreceğini de sorduk. 6 peso dedi. Üç kişi sığışabildik cocoya neyse ki.



Bizim cocomuz bu değildi tabi..bu, temsili foto...
Hareket etti aracımız, oooh ne güzel havadar havadar Havana sokaklarında tur atıyorduk. Atıyorduk atmasına da, e hani yakındı bu mezarlık, niye hala gelemedik ? Birkaç kez coco taxiciye “Daha gelmedik mi, ne kadar yolumuz kaldı” diye sordum. Her defasında “geldik sayılır, çok yaklaştık” yanıtı aldım. Ama dön dolaş, nerelere nerelere geldik böyle. “Eyvah” dedim, “grupla buluşma saatini kaçıracağız, otobüsümüzü kaçıracağız, uçağı kaçıracağız, her şeyi kaçıracağız.” Fikir benden çıktığı için kendimi sorumlu da hissediyorum ya, başladım soğuk terler dökmeye. Neyse ki en sonunda mezarlığa geldik. Cococuyu tembihledik, “bizi bekle, fazla gezmeyeceğiz, aldığın yere bırak” diye. Mezarlığın tamamını gezemeyeceğimiz aşikar. Milagrosa’yı aramaya koyulduk. O sıcakta, o telaş arasında, o kocaman ve karmakarışık mezarlıkta nasıl olduysa oldu Milagrosa’yı bulabildik.







Alelacele fotoğraf çekip, etrafa da şöyle bir baktıktan sonra cocomuza binip Eski Havana’ya döndük.




                                                                      
Havana’da iki yerde gurur duydum. Birincisi Atatürk Heykelinin önünde. Evet. Havana’da bir Atatürk heykeli var. Atatürk “Ya istiklal ya ölüm” demiş, onlar “Vatan ya da ölüm” demiş. Fidel, Küba devrimi için yola çıkarken, Atatürk’ten ve Kurtuluş Savaşından esinlendiğini anlatırmış. Bunu bilmek, Mustafa Kemal’in okyanus aşırı bir ülkede tanındığını, sevildiğini görmek beni ve turdaki herkesi gururlandırmıştı. İkincisi de havaalanında. Onca dünya ülkesinin bayrakları arasında Türk bayrağını da gördüğümüzde.
 


Bu yazıyı, Nazım Hikmet’in “Havana Ropörtajı” adlı şiirinin son satırları ile bitirmek isterim:
 “…ve ben hergün biraz daha
         gencim havanada
hergün biraz daha yitiriyor
         ağzım dünyanın acılığını
hergün biraz daha yumuşuyor
çizgileri avuçlarımın ve çok
uzaklarda bir
kadının beni ama yalnız beni
düşündüğüne inanıyorum hergün
biraz daha
ve hergün biraz daha keyifli
türkü söyleyerek geçiyorum
havana
sokaklarından
somos sosyalitas palante
palante”



 Hotel Nacionel

























 Bu şemsiyeyi almadığıma pişman oldum sonradan... :)



 Bu amcam meşhur biri olsa gerek, yanındaki kitabın kapağında fotoğrafı olduğuna göre ?







 
Hotel Nacionel

 
J
J