21 Haziran 2011 Salı

KAYIP CENNET ÇOCUKLUĞUMUZ MUYMUŞ ?

"Dünyaya bakış açımızın sağlam temelleri ve derinlik veya sığlığı çocukluk yıllarında oluşur. Bu görüş daha sonra özenle düzeltilir ve mükemmel hale getirilir, ama özde değişmeden kalır."
(Arthur Schopenhauer)



"İleriyi önceden görebilseydik, çocukların ölüme değil, hayata mahkum olan, ama henüz cezalarının ne anlama geldiğini bilmeyecek kadar bilinçsiz olan masum mahkumlar olduğunu görebilirdik. Yine de her insan ileri yaşlara...'bugün kötü ve her gün daha da kötüleşecek, ta ki en kötüsü olana kadar' denebilecek bir hayat durumuna ulaşmak ister."
(Arthur Schopenhauer)





"Beyin olanca gücüyle ilerlerken, cinsel sistemlerin korkunç etkinliği daha uykuda olduğu için çocukluk, hayatımız boyunca özlemle geri dönüp baktığımız masumiyet ve mutluluk dönemi, hayatın cennetidir, kayıp Cennet."
(A. Schopenhauer)



"... Nietzche bir keresinde bir inek ile insan arasındaki en büyük farkın ineğin nasıl var olacağını, geleceğin korkularını ve geçmişin yükünü taşımadan, içinde bulunduğu mutlu anda herhangi bir kaygı -yani korku- duymaksızın nasıl yaşayacağını bilmesi olduğunu yazmıştır. Ama biz talihsiz insanlar geçmiş ve geleceğin o kadar etkisi altındayızdır ki, şu anda kısaca geziniriz. Çocukluğumuzun altın günlerini neden hep özlemle anarız biliyor musunuz ? Nietzche bunun nedenini, o günlerin kaygısız günler, en küçük bir kaygının olmadığı günler, ağır, acı veren anılarla, geçmişin çöpleriyle yere çökmeden önceki günler olmasına bağlar..."

(Irvin Yalom, Schopenhauer Tedavisi Bugünü Yaşama Arzusu kitabından bazı alıntılar)

ŞİİR

"..Şiir bir çalar saattir
dakik
tam zamanında çalan
zırvasız
ve zartasız, zurtasız..."

can yücel 

16 Haziran 2011 Perşembe

Atölye'ye başladığımda nerede, şimdi neredeyim :)

1 Haziran 2011 Çarşamba günü sergimizi açtık, sertifikalarımızı aldık. İlk sertifika, geçen yıl ODTÜ Vişnelik'de aldığımız "Temel Eğitim"den sonra gelmişti. Kasım 2010'da başlayan AFSAD Tuğrul Çakar Portre Atölyesi ile sertifikayı ikiledik. Sertifika almakla, portre fotoğrafçılığımız tescillenmiş olmuyor tabi ki. Aksine sertifika, sadece ve sadece yola çıkış belgemiz olarak nitelenebilir. "İşte şimdi Portre Fotoğrafı çekmeye başlayabilirsiniz"in bileti.

Atölye dönemi boyunca birsürü şey yaşadık. Yazgüneşi kendi blogunda sözetti bunların bir kısmından.
Yanlış anlaşılmalar, tartışmalar, dedikodular, geziler, model arayışları, modellerle yaşanan sorunlar....

Sınıfa getirdiğimiz fotoğraflar perdeye yansıtıldı, üzerinde tartışıldı, görüşler belirtildi. İlk ders için, Ayvalık gezisi sırasında çektiğim bir yaşlı amcanın fotoğraflarının içinden özene bezene seçip, "Üffff bu harika bir fotoğraf. Hoca kesin beğenir" dediğim fotoğrafın aslında "kaba saptama" diye tanımlanabilecek bir an fotoğrafı olduğunu duyduğumda nasıl da bozulmuştum. :) Zamanla, bu tabirin ne kadar yerinde olduğunu anladım. Bir fotoğrafın "portre" olarak nitelendirilebilmesi için, mekanı, modeli, ışığı benim önceden düşünüp, kurgulamam gerektiğini gördüm. Arka planın karmaşık ve kalabalık olmaması gerektiğini, bunun izleyenlerin dikkatini fotoğrafın öznesi olan modelden uzaklaştırdığını öğrendim. Doğru ışık kullanımının bir fotoğrafın etkisini nasıl arttırdığını ya da azalttığını anladım. Pencereden süzülen ışığın portre fotoğrafı için en doğru ışık olduğuna kanaat getirdim. (Gerekli alet edevata sahip olmadığım için mi, bunlara sahip olmamaktan kaynaklı kullanma özürlü olduğum için mi bilinmez stüdyo ışığına, yapay ışığa, flaşlara, paraflaşlara sıcak bakamıyorum. Yaşasın pencere ışığı !)

Portre fotoğrafçılığında modelin rolü büyükmüş valla. Sen istediğin kadar ışığı, mekanı ayarla, modelin duruşunda, bakışında bir ışık yoksa, yandı gülüm keten helva. Ondan sonra gelsin artık "Hmmm ! Bu fotoğrafta fotoğrafçı ve arkadaşı kendi aralarında eğlenmişler." türü eleştiriler. Atölyeyle birlikte hayatımıza "Boş bakış" diye yeni bir kavram girdi. Biz kendi aramızda onu "Mal gibi bakmak" olarak değiştirdik :) Mal bakışı, pardon boş bakış, adı üstünde modelin objektife yüzüne gözüne herhangi bir ifade yerleştirmeden bakması oluyor. Ama tabi her kuralın bir istisnası oluyor. Modelin objektife bakmadığı bir fotoğraf için hoca "seyirciyle iletişim kurmuyor" derken, başka bir fotoğraf, model objektife bakmıyor olmasına karşın beğeni toplayabiliyor.

Gezerken gördüğümüz yaşlı amcaların, teyzelerin, sevimli çocukların fotoğrafları niye portre fotoğrafı olmuyor ? Aslında bu kuralın da istisnaları var. Arka planı, ışığı ayarlarsanız, güzel bir kadraj oluşturabilirseniz böyle bir fotoğraf da pekala portre diye nitelendirilebiliyor. Ama burada esas önemli nokta, hırsız gibi o amcanın-teyzenin-çocuğun fotoğrafını habersizce çekip, sonra da tabanları yağlamamak. Fotoğrafını çekeceğiniz kişinin yanına gidip tanışmanız, kısa da olsa sohbet etmeniz, diyalog kurmanız önem kazanıyor burada. Bu tür fotoğrafların bir tehlikesi de şu: Eğer bu fotoğraflarınızı yarışmaya, sergiye gönderirseniz, internet gibi ortamlarda paylaşırsanız, fotoğrafı çekilen kişi de bunu hasbelkader görür veya öğrenirse, sizi dava edebilir.

Zaman hızla geçiyor. Atölye'ye başladığımızda neredeeee, şimdi neredeyiz. Makineler boynumuzda, yeni kavramlar-tanımlar cebimizde, kadrajlar kafamızda, biz gideriz portre çekmeye hey, portre çekmeye....:)

Mesela bu fotoğrafı beğenmedi Hoca. "Fotoğrafçıyla arkadaşı eğlenmiş" dedi. Oysa biz saatlerce, büyük bir ciddiyetle çalışmıştık :/

Geç keşfettiğim modelim: Babişko.





Bu fotoğrafı çok sevmiştim. Sergide ya da katalogda yer alsın isterdim.





Hocam işte fotoğrafçı ve arkadaşları burada eğlenmiş. Ama bunu derse getirmedim ki :)

Bu da fotoğrafçı ve arkadaşlarının eğlence anlarından bir kare :)
Tüm modellerime çok ama pek çok teşekkürler ediyorum yardımlarından, sabırlarından, özverilerinden dolayı.


Son olaraaak, sergiden iki kare ekler, huzurlarınızdan ayrılırım...
  
(Şu soldan ilk üç fotoğraf bana aittir.) 


La Cucaracha, La Cucaracha


Şu yukarıdaki şarkıyı hiç dinlediniz mi, bilmem.
Eskiden pek severdim, neşe içinde bayıla bayıla dinlerdim.

Ne zamanki İspanyolca kursuna başladım...
Derste Özge birşey anlatırken, -bir kelime miydi, yoksa gramerle ilgili birşey miydi, neyse- örnek vermek için, bu şarkının sözlerini mırıldandı. Ben bir sevindim, heyecanlandım. "Ayyy ben çok severim bu şarkıyı Özgeeeeee.... La cucaracha ne demek bu arada" diye sordum. Sormaz olaydım. La cucaracha "hamamböceği" demekmiş. Benim de bu şarkıyla olan tüm ilgim, bağlantım, sevgim, muhabbetim o dakika sona erdi işte.

Demek ki neymiş, herşeyin de anlamını öğrenmeye çalışmayacakmışsın. Olan şarkıya oldu.

La cucaracha, la cucaracha
Ya no puede caminar
Porque no tiene, porque le falta
Marijuana que fumar.
Hamamböceği, hamamböceği
Artık yürüyemiyor
Çünkü hiç yok, çünkü ihtiyacı var,
esrar içmeye.

12 Haziran 2011 Pazar

YEŞİL

Cumartesi gününe bir renk vermem gerekseydi, yeşil derdim. DASK ile Mengen’deki Yenice ormanlarına günübirlik doğa yürüyüşüne gittim. Yüzlerce yıllık ağaçların, devasa yapraklı kabalakların, eğreltiotlarının arasında kısa ama keyifli bir yürüyüştü. Heryer gözalabildiğine yeşildi ağaçlar, çimenler, göl bile yeşildi.



Yürüyüşler aslında Pazar günleri yapılıyor ancak seçim nedeniyle bu sefer cumartesi’ye alındı. Mengen Şirinyazı Göletine nazır dağ evinde mangal keyfi yapabilmek için, bu seferlik rota kısa tutulmuştu.



Keyifli, ilginç kişilerle tanışıldı. Mehmet Murat İldan’ı sizin de tanımanızı isterim. Zira kendisi bir yazar. Romanları, öyküleri, tiyatro eserlerinin yanı sıra bir de blogu var. Merak edip okumak isterseniz, buyurun tıklayın : http://mehmetmuratildan.wordpress.com/

Fotoğrafa başlayınca Pazar günlerim kursla, fotoğraf gezileriyle dolduğu için doğa yürüyüşlerini aksatmıştım. Cumartesi günkü yürüyüşte doğaya kaçmanın insanı ne kadar rahatlattığını, mutlu ettiğini hatırladım.


Nükleer santraller, hidroelektrik santraller, turizm, sanayileşme, kentleşme derken doğayı dolayısıyla kendimizi öldürdüğümüzün ayırdında değiliz ne yazık ki. Doğayı ve doğanın dilini en iyi anlayanlar Kızılderililermiş gibi geliyor bana. Çünkü bakın ne demişler: “Dağlar her zaman taş binalardan daha güzeldir. Şehirde yaşamak yapay bir varoluş. Orada birçok insan ayaklarının altında gerçek toprağı hissedemiyor, saksıdakiler dışında bitkilerin büyüyüşünü göremiyor, caddelerin ışıklarından geceleyin yıldızlarla süslenen büyüleyici gökyüzünü göremiyor.”


Stres, depresyon migren gibi “kentli hastalıkları”nın kaynağını da, tedavi yöntemini de işaret eden Kızılderililer’e kulak versek, söylediklerini ciddiye alsak, günlük yaşamımıza geçirebilsek keşke: “İnsanın artık doğanın sesini dinleme, onunla konuşma zamanı çoktan geldi de geçiyor. Ondan öğrenebileceğimiz öyle çok şey var ki, ne kadar erken gözlerimizi, kulaklarımızı açarsak o kadar iyi… Hepimiz için…”


Nil'e ;)











Yürüyüş boyunca dilime takılan şarkı da budur : http://www.youtube.com/watch?v=fK6yw2qt3Yc

8 Haziran 2011 Çarşamba

İstanbul demişken....

bugün aldığım bir e-postadan çıkan yeni kitap haberini de paylaşayım dedim.

"Müstesna İstanbul / Küçük Dükkanlar Kitabı-1
Pukka Living


Boyut’tan İstanbul’a dair son derece keyifli ve sıradışı bir eser: “Müstesna İstanbul/Küçük Dükkanlar Kitabı 1”. Pukka Living’in özenle hazırladığı kitap, adından da anlaşılacağı üzere İstanbul’un “müstesna” adreslerine rehberlik ediyor.

Alışkanlıklarının dışına çıkıp, farklı lezzetler arayanlar için “müstesna” bir İstanbul sokak rehberi niteliğindeki bu kitapta; herkesin pek duymadığı, duyanlarınsa başkalarından saklayıp kıymetini çok iyi bildiği 100’den fazla farklı mekan yer alıyor. Mobilyacılardan yoğurtçulara, balıkçılardan plakçılara kadar kitapta incelenen bu eski-yeni ve özel mekanlar, bulundukları muhitle adeta bütünleşiyor. Kitabın sonunda ise kitapta yer verilen mekanların yerlerini gösteren şehir haritalarının yanısıra, okura notlarını alabileceği özel bir bölüm ayrılmış ve yine okurun işaretleyebilmesi için hazırlanmış “önemli”, “bayıldım”, “süper” gibi yorumları içeren eğlenceli stickerlar da ihmal edilmemiş.

Gerek tasarımı, gerek kolay kullanılır ebadı, gerekse seçtiği özgün mekanlarla Pukka Living’in hazırladığı Müstesna İstanbul/Küçük Dükkanlar Kitabı 1; İstanbul’un saklı hazinelerini elinizin altında bulundurmanızı sağlayacak son derece keyifli ve farklı bir eser. Müstesna İstanbul ile, “Bir şehir, en iyi oranın yerlisiyle öğrenilir” diyen Pukka Living’in kılavuzluğunda her köşesi ilham barındıran İstanbul’a farklı bir gözle bakacaksınız."

OHH BEE DÜNYA VARMIŞ !

Hayatımın hiçbir döneminde bu kadar yoğun olmamıştım. Bir yandan Portre Atölyesi, bir yandan İspanyolca kursu, bir yandan KPDS kursu ile boğuşurken, diğer yandan da stresli bir toplantı dizisinin organizasyonu dolayısıyla iş cephesine savaş vermekteydim. 22 Mayıs’ta KPDS sınavı çilesi bitti ilk olarak. Sonra 1 Haziran’da sergimizi açtık. 3-4 Haziran’da da bana streslerden stres beğendiren toplantılarımız başarıyla sona ermiş bulunuyor. Yaşasın ! Dünya varmış !

Bu yıl toplantılar İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binasında gerçekleşti. Bu vesileyle İstanbul’a kısa bir kaçamak yapmış oldum.




Avrupalı araştırmacıların 1321’e, Türk araştırmacıların 1453’e tarihlendirdikleri İstanbul Üniversitesinin binasının güzelliğini duymuştum. Gözlerimle gördüğümde, söylenenlerin boşa olmadığını anladım. Cumartesi günü toplantı salonuna erkenden gidip, kaçamak birkaç kare çektim.









Toplantı stresini atmak için pazar günü Büyükada'ya gittim. Gittiğime gideceğime pişman oldum. Bir yandan insan kalabalığı, bir yandan bisikletlilerin kalabalığı, bir yandan faytonların kalabalığı, öte yandan sıcak hava adanın keyfine varmama engel oldu. Zaten Büyükada'yı çok sevmiyorum. Burgazada ve Heybeliada daha güzel. Ama yine de eli boş dönmedim Ada'dan, birkaç kare fotoğraf çektim.






Pazartesi Ankara'ya dönmek üzere yola koyuldum. Harika bir otobüs yolculuğu yaptım. Gerçi biraz aksilikler oldu en başta ama. Yol harikaydı. Kah müzik dinledim, kah uyudum, kah etrafı izledim ve bir de ne yaptım ? Yeni bir kitaba başladım! Uzun zamandır kitap okumuyordum ve vicdan azabıyla kıvranıyordum. İş yoğunluğu, yorgunluk, stres, azap veren birsürü şey geride kaldı. Güzel, rahat bir yaz bekliyor beni. Yaşasın =)