29 Eylül 2011 Perşembe

Sezona Merhaba Dedik

Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın (CSO), 27 Eylül 2011 tarihli "Sezona Merhaba Halk Konseri", kış mevsiminin yaklaşmakta olduğunun habercisi gibiydi.Rengim Gökmen yönetimindeki CSO'nun, Cer Modern'de, "Klazz Brothers & Cuba Percussion" ile birlikte verdiği konser, soğuk havaya karşın epey ilgi gördü.

Klazz Brothers & Cuba Percussion, Kontrabasçı Kilian Forster, Piyanist Bruno Böhmer Camacho, Davulcu Tim Hahn, Perküsyon-Latin Timbalde Alexis Herrera Estevez ile Perküsyon-Tumba Set'te Elio Rodriguez Luis'ten oluşmakta. Doğrusu daha önceden adını duymamıştım bu grubun ama, Tom Cruise'un oynadığı "Collateral", Will Smith'in oynadığı "Hitch" filmlerinin müziklerine imza atmışlar kendileri.Bach, Çaykovski, Mozart, Wagner gibi klasik müziğin öncülerinin tanınmış eserlerini aranje eden grup, mesela Mozart'ın sol minör senfonisini "Mambozart"a, Beethoven'ın 5. senfonisini "Cinco Salsa"ya dönüştürmüş.

Neyse efenim, uzun lafın kısası, CSO ve Klazz biraderlerin canlı, eğlenceli notaları, kırmızı şarap ve Cer Modern'in atmosferiyle birleşerek, Ankara'nın soğuk gecesini sıcacık yaptı.











26 Eylül 2011 Pazartesi

Oldu En Sonunda Oldu Bim Bam Bom

Çocukluk hayalim gerçek oldu bimbambom =) Bisiklete binebiliyorum artık sevgili okur. 
Küçükken annem bisiklete binmeme izin vermedi. Bisiklet de aldırmadı. "Arabalar çarpar, düşersin, bıdı bıdı..." O da haklı kendi açısından bakınca, evlendikten sekiz yıl sonra doğmuş, tek çocuk. Üzerine titremesin de ne yapsın ? 

Geliniz görünüz ki, hep içimde ukte kalmıştı bisiklete binmek. Filmlerde filan bisiklete binen güzel kızlara hayranlıkla bakardım. Kendimi hayal ederdim o bisikletlerin üzerinde. 

Öğrenme konusundaki ilk girişimim geçen yıl Datça'da oldu. Devamını getirmediğim için orada öylece kaldı. Nasıl oldu, ne zaman oldu, niye oldu bilemedim, dalıştan arkadaşım Kerem'in eski bisikletini hatırlayacağı ve bisiklete binmek isteyeceği tutmuş. Haftasonu Eymir'de bisiklete bineceğiz dediler. Bana da yeniden heves geldi. Esra da benim gibiydi, o da daha önce hiç bisiklete binmemişti. Biz iki acemi birer bisiklet kiraladık. İlk hafta hiç umut yok gibiydi. Ayağım pedallarla bir türlü buluşmuyordu. Yılmadım. Biraz biraz denge sağlamayı, pedal çevirmeyi becerdim. Pazar günü tekrar gittik. Çok kalabalıktı, pratik yapamadık. Kiraladığımız bisikletin de freni bozuk çıktı. "Kendi bisikletimiz olmadan olmayacak bu iş" dedik. Esra ile birer bisiklet almaya karar verdik. Hatta bisikletlerimize isim bile verdik: Benimki "Mutlu Deniz", Esra'nınki "Mutlu Güneş." Bu isimler nereden mi çıktı ? Esra, müstakbel çocuklarına bu isimleri vermeyi düşünüyormuş. "Bu yakınlarda çocuk yapma ihtimalimiz düşük görünüyor Ayşe. Hiç olmazsa bisikletlerimize verelim bu isimleri " dedi. Ben de çok beğendim hemen kabul ettim. Esra Mutlu Güneş'ini aldı ama ben henüz Mutlu Deniz'imi alamadım. Bahara kaldı.

Bu haftasonu cumartesi günü, önce bir basketbol sahasında alıştırma yaptık. Bu sefer daha iyi bir performans sergileyince, göl etrafında bir tur atmaya cesaret edebildik. Attık da. Epey yorulduk. Ben, dayak yemiş gibi oldum. Bacaklarım ezik, çürük, morluk içinde. Ama değdi. Bisiklete binmek ne keyifli şeymiş yahuuu.


Fotolar: Banu Atav


Bu arada Eymir de olmasa biz Ankaralılar ne yapardık acaba ? Sonbaharda pek güzeldi Eymir Gölü. Geçen yıldan iki kare koyayım. Bu sefer çekemedim zira bisikletle cebelleşiyordum. Sevgiyle kalınız. Bir de bisiklet yolları istiyoruz şehirde. =)


22 Eylül 2011 Perşembe

UÇTU UÇTU AYŞE UÇTU

Kaş'a yıllardır giderim, her seferinde, kafamı gökyüzüne çevirdiğimde yamaç paraşütü yapanları görür, özenirdim ama cesaret edemezdim. Hep "bir dahaki gelişimde mutlaka yapacağım"  derdim. 

2008 yılının Eylül ayında, Kaş'a çılgın, aklına eseni yapmaktan çekinmeyen Hilal ile gittim. Hilal "hadi biz de uçalım" dedi. Ben herzamanki gibi "bilmem ki", "olur mu ki", "olur yaaa, yaparız işte bi ara, nasıl olsa buradayız daha"  diye mızmız modumdaydım, geçiştirmeye çalıştım. Fakat Hilal'i oyalamak ne mümkün. Araştırdı, soruşturdu, rezervasyonları yaptırdı. Ertesi sabah, kahvaltımızı bitirir bitirmez uçuşu yaptıracak firmanın (NaturaBlue) yolunu tuttuk. Kamyonet gibi birşeye bindik. Uçacağımız tepeye doğru yola koyulduk. Yükseldikçe manzara nefes kesici hale geliyordu gelmesine de, kafamdan da binbir türlü felaket senaryosu geçiyordu. Yani o yolculuk sırasında beynime bir chip filan yerleştirilmiş olsaydı da keşke, gelgitlerime herkes tanık olabilseydi. "Yok yok, yapamayacağım, olmaz bu iş", "İnsanlara ne diyeceğim peki =(", "Ayıp olmaz mı, buralara kadar geldik", "Vazgeçtim desem, benimle alay ederler mi ki ? Kesin ederler ! Üffffffffff ! Nereden kalkıştım bu işe yaaaa. Hep Hilal'in yüzünden. Nereden uydum bu kızın aklına =(", "Amaaaan neyse, yapayım bari, olmuşla olacağa çare yok", "Yok yok vazgeçtim, yapamayacağım", "Neyse dur bakalım, hele bi tepeye varalım da" vb. vb. vb. Ama yol bitene kadar böyle kendimi yedim. En sonunda malum tepeye geldik. O noktadan sonra bir cesaret geldi. Merak ağır bastı. "Tamam" dedim "uçacağım".

Uçuş öncesi şöyle oluyor: Bir kere kapalı, spor tipli bir ayakkabınızın olması avantaj. Benim yoktu. Benim gibi hazırlıksız gelenlere verdikleri, eski püskü bir ayakkabıyı geçirdim ayaklarıma. Sonra yelek giyer gibi paraşütü giydim. Dediler ki: "Havalanana kadar koşacaksın. Bu çok önemli. Koşamazsan olmaz bu iş." Ben önde, pilotum arkada, sıra bize gelince, koşmaya başladık. Belli bir yere kadar önden bir arkadaş da beni paraşütümden çekti. Karanın bitmesine yakın, o arkadaş çekildi tabi. Koşmam gerektiği beynimde nasıl yer ettiyse artık, otomatiğe bağlamışım ben, vargücümle koşuyorum. Havalandığımızın, ayaklarımın yerden kesildiğinin farkında bile değilim. Pilotum uyardı, "Tamam artık, havalandık. Boşuna koşuyorsun. Oturabilirsin." O koşma ve havalanabilme stresi bittiği anda, gökyüzünde olduğumu, kuşlar misali uçtuğumu farkedebildim. Sonrası çok keyifliydi. Uçuşlar sanırım 30 dakika filan sürüyor. O sürenin nasıl geçtiğini anlamadım. Pilotumuz artık iniyoruz dediğinde, inmeyi hiç istemedim.

İnsanın hayatta bir kez denemesi gereken şeylerden biri bu bana sorarsanız. Bir kere yaptım. Bir daha yapar mıyım, bilemiyorum. Ama hepinize öneriyorum.

Aşağıda tandem yani pilotlu yamaç paraşütü uçuşunun fotoğrafları var. Aslında video yükleyecektim ama başaramadım. Biraz daha uğrayaşayım, yapabilirsem videoyu da paylaşırım. 

Sevgiler. 



Kamyonete bindik, gidiyoruz.

İşte bu tepenin ucuna kadar koştuk koştuk koştuk, sonra havalandık. =)

Uçuş anı. Ağzım kulaklarımda, tikkatinizi çekerim. =)

NatuaBlue'nun sloganı çok hoştu: "Kuşların neden şarkı söylediğini anlayacaksınız."


Kendi gölgem =)

Kaş Limanı, KUŞBAKIŞI =D



8 Eylül 2011 Perşembe

Tesadüfler Tatili Sever

Efenim yoğun istek üzerine (=P) tatil anılarımla ve fotoğraflarımla karşınızdayım. :) Zaten tatil öncesi ilan etmiştim nerelere gideceğimi.
Kısaca ekipten söz edeyim: Dalıştan arkadaşlarım Esra, Tufan ve Kerem ile Ankara’dan yola çıktık. Ölüdeniz’de bize Esra’nın İzmir’den arkadaşı  Canan katıldı önce. Ertesi gün Esra’nın lise arkadaşı Makbuş, Makbuş’un kuzeni  Sibel , daha ertesi gün de Kerem’in kuzenleri  Koralp ve Bilge katıldılar bize.  Koralp ve Bilge sadece bir gün için dalış yapmak amacıyla katılmışlardı bize güya. Hehheee ama bizden kopamadılar ve bizimle birlikte nereye gidersek oraya sürüklendiler :) 

İlk durağımız Ölüdeniz idi. Ankara’dan araba ile saat 20:00 civarı yola çıktığımız için Ölüdeniz’e varış saatimiz de biraz ilginç oldu. Sabaha karşı 05:00-06:00 gibi. O saatte ne yapılır ? Şansımızı bir zorlayalım, otelde boş oda var mıdır diye resepsiyona soralım dedik. Tabi ki yoktu. Bize uyumamız için havuz başındaki şezlongları gösterdiler. Biz de gittik şezlonglarda bi güzel uyuduk. Valla çok da güzel uyumuşuz. Uyandığımızda güneş çoktan doğmuş ve tüm yakıcılığıyla kendini hissettirmeye başlamıştı. Kahvaltı için Help denen bir bara gittik. Beklediğimizden daha nefis, doyurucu, lezzetli bir kahvaltı bulunca keyfimiz iyice yerine geldi. Begonvillerinden dolayı zaten kafadan sevdiğimiz bu mekan, yemeklerinin de kaliteli olması sayesinde hem sabah hem akşam mutlaka uğradığımız bir yer haline geldi.
HELP Barımız

Kahvaltımız
Beraber olduğumuz arkadaşlar dalgıç oldukları için Ölüdeniz’de kaldığımız dört gün dalış teknesinin gittiği koylarda geçirdim. Dolayısıyla Ölüdeniz’in içini görme, gezme olanağım olmadı. Ama olsun, benim için asıl olan yüzmek, yüzmek ve yüzmek olduğu için, çok da sorun olmadı. Zaten Ölüdeniz plajının ne kadar kirlenmiş olduğunu, daha buraya gelmeden birkaç arkadaştan duymuştum. Ne yazık ki bunu kendi gözlerimle de görmüş oldum. Bu nedenle plajdan uzaktaki koylarda, berrak sularda yüzmek benim için de iyi oldu. Mavi Mağara, Çikolata Bacası ve Kelebekler Vadisi benim yüzmekten en en en çok keyif aldığım sulardı. Çikolata Bacası ne güzel bir isim değil mi ? Niye böyle demişler bilmiyorum. Dalış hocasına sordum o da bilmiyordu. Zaten çok da ilgilendiğini sanmıyorum, zira kendisinin ilgi alanı dalıştan bile ziyade hanımlar idi :) Google hazretlerine sordum ama o da tam bilemedi. Sadece şöyle bir açıklama bulabildim: Bu Çikolata Bacası denen dalış noktasında suyun 25 – 30 metre altında bir mağara varmış, bu mağaranın üç tane girişi varmış, bunlardan ikisi baca biçimindeymiş. Çikolatayı nasıl yakıştırmışlar bilemedim. Neyse.
Bendenizin kelebek figürüne olan tutkunluğunu bilenler bilir. Dolayısıyla Kelebekler Vadisi de görmeyi en çok istediğim yerlerden biriydi. Neyse ki dalış teknesinin rotalarından biri de burasıydı. Gerçi o gün benim için pek de iyi sayılmazdı. Zira, sabah otelin kahvaltısında, haşlanmaktan artık kaya kıvamına gelmiş yumurtayı , “tok tutar, hemencecik acıkmam, teknede yemeği bekleyene kadar ohoooo”  zihniyetiyle mideye indirdikten sonra, bir de üstüne varacağımız ilk dalış noktasının epeyce uzakta ve dalgalı bir yer olması sonucunda benim mide evlere şenlik hale gelir. Acıdan kıvranılır, kıvranılır, kıvranılır. Huzur ancak iki kez –çok afedersiniz- kustuktan sonra biraz bulunur. Halime acıyan hanımlaradüşkündalışeğitmeni rotayı Kelebekler Vadisine çevirir, koya demir atılır atılmaz Ayşe karaya çıkıp, plaja yatmak suretiyle kendine gelir.  Meraktan öldüğüm Kelebekler Vadisi  ile tanışmam böyle olacakmış demek ki ! Olsun en azından rahatlayıp kendime geldiğim yerdir. Keşke yalnız bunun için sevseydim orayı. Sevdim diyorum ama suyunun çok da temiz olduğunu söyleyemeyeceğim sanki. Tam da emin değilim, hani çok keyifli bir günüm olmadığından bana kirli gelmiş de olabilir diye düşünüyorum. Çok sevdiğim kelebek figürünün adını taşıyan bu koyu hemencecik harcamak istemiyorum. Evet evet. Bir şans daha vereceğim. Sağlıklı ve zinde bir günümde yeniden gidip yüzeceğim. Ama manzarası filan şahaneydi.
Kelebekler Vadisi

Kelebekler Vadisi
Sonra o akşam, Fethiye’deki “Balık Hali”ne balık yemeye gittik. Burası çok meşhur bir yer. Fethiye’ye kadar gidip de Balık Hali’nde balık yemeyeni dövüyorlar :) Burada en taze, günlük balıkları gidip görüyorsun, yemek istediğin balığı seçiyorsun, orada pişirme yerleri var. Balığı ucuza alıyorsun, pişirmek için de cüzi bir para veriyorsun.  Tabi rakısıydı, şarabıydı, mezesiydi derken fiyat yine bir miktar artıyor ama en taze, en lezzetli balığı en hesaplı fiyata orada yiyormuşsun. Herkes öyle diyor. Masa masa dolaşıp fasılımsıtırak müzik yapan amcalar da var. İstemezsen senin masana gelmiyorlar, diğer masalarda söylerken zaten dinliyorsun.
Fethiye Balık Pazarı'nda balık seçmeye çalışan kişiler


Ölüdeniz’den sonraki hedefimiz Kabak Koyu idi. Burada öğleden sonra 16:00-17:00’ye kadar zaman geçirip sonra İzmir’e Karaburun’a doğru hareket edecektik hesapta. Fakat Kabak Koyu’nun manzarası, havası, suyu hepimizi büyüledi. Kimse orayı bırakıp gitmek istemiyordu.
Kabak Koyu
Dokuz kişi bir çardağın içinde oturup dinlenirken birimizden cılız bir ses çıktı: “Acaba bu gece burada mı kalsak?”. Önce herkes birbirine kaçamak bakışlar fırlattı. Sonra herkes aynı cılız sesle: “Olur”, “Bana uyar”, “Kalalım” dedi. Sonra herkes birbirine bakıp gülümsedi. Kalacaktık da nerede ? Her yer doluydu. Yüzdükten sonra dinlendiğimiz , oturduğumuz çardaklardan birini –sahildeki büyükçe olanını ama- bize tahsis ettiler. Daha doğrusu o çardak restoran gibi mi kullanılıyormuş ne, içeride bir masa birkaç da sandalye vardı. Biz iç taraftaki çardaktan oraya minderleri taşıdık kendimize yatak yaptık. Tesisteki kalacak yer için konuştuğumuz amca bize battaniye ve pike getirdi. Odamız hazırdı. Dokuz kişi aynı yerde koğuş usulu uyuduk. Ay ne çok keyifliydi :) Uyumadan önce tabi ki güzel bir akşam yemeği yedik, rakımızı içtik. Ben orada fotoğrafçılıktan tanıştığım bir arkadaşıma -Mert- rastladım. Onlar da geldiler sohbete. Yeme içme faslından sonra güya sahilde yıldızları seyredecektik. Dayanamadık denize girdik. Denizde yoga yaptık ama yalandan :) Esra bir tantra söylüyordu, biz arkasından onu tekrar ediyorduk. Önce gayet ciddi başladıksa da kısa süre sonra Esra'nın tantralarının ardından “amin” filan diyerek iyice cıvıdık :) 
Kabak Koyu
Haaaa bir de öncesinde, akşamüzeri yine denize girmiştik. Biz Kerem’le birazcık açılmışız. Ama yani şöyle söyleyim, denize girdiğimizde hava aydınlıktı. Bazı arkadaşlar biraz yüzüp geri döndükten sonra biz Kerem’le hem yüzüp hem sohbete devam ettik. Fekat o da ben de suyu sevdiğimizden, ne kadar açıldığımızın farkına varmamışız. Bir de baktık ki hava kararmış. “Kerem dönelim artık, arkadaşlar da merak etmiştir” dedikten sonra herhalde bir saat filan yüzmüşüzdür. Karanlık iyice çökünce ben birazcık ürktüğümü itiraf ediyorum. Kerem soğukkanlılığını korumayı başardı. Aslında durum bizim açımızdan kötü değildi, çünkü karadan restoranın bungalovların filan ışıklarını görüyorduk. Yönümüz belliydi. Ama tabi karada yolumuzu gözleyenler açısından durum bu kadar iç rahatlatıcı değildi. Onlar denize doğru baktıklarında zifiri karanlık görüyorlardı sadece.  Neyse, karaya ayak bastık, iyi olduğumuzu görünce rahatladılar filan. 

Kabak Koyu
Kabak Koyu’na ulaşım biraz zor ama bu onu daha güzel, çekici yapıyor. Arabanızla koya kadar inemiyorsunuz. Arabanızı yukarıda caddenin kenarına park ediyorsunuz ve kırmızı kamyonetlerle koya inebiliyorsunuz.

Şoför size bir kartvizit veriyor, dönmek istediğinizde telefon ediyorsunuz ve kamyonet sizi almaya geliyor. Teoride. Pratikte ise böyle olmadı. Şoföre telefon ettik, “Dokuz kişiyiz. Yukarı çıkmak istiyoruz” diye. “Tamam, bir araç geliyor sizi almaya” dedi. Gelen araçlar hep doluydu ama, bir türlü binemedik hatta neredeyse iki saat kadar bekledik. En sonunda sinirden patlamış bir halde gelen dolu kamyona bir şekilde sıkıştık sığıştık da yukarı çıkabildik. Yoksa Kabak’ta mahsur kalıyorduk.
Kabak Koyu’ndan Karaburun’a doğru hareket ettik. Ölüdeniz ve Karaburun birbirine taban tabana zıt iki tatil beldesi. Ölüdeniz ne kadar İngiliz ise, Karaburun o kadar yerel. Ölüdeniz’de o kahvaltısını, yemeklerini pek beğendiğimiz Help Bar’daki adisyonlarda hem TL, hem Euro, hem USD hem de Sterling cinsinden yazıyordu toplam hesap. Bir kez de İş Bankası’ndan para çekecek oldum, “Paranızı sterling olarak mı, TL olarak mı çekmek istersiniz” diye sordu bankamatik ! Hani Kaş’da, Kalkan’da da İngiliz turist çoktur ama, oralarda ve hatta bugüne dek gittiğim hiçbir yerde böyle bir durumla karşılaşmamıştım. Karaburun’da ise tek bir yabancı turist yoktu. En güzel tarafı ise, dükkan ve mağaza isimlerinin, tabelalarının hepsinin Türkçe olmasıydı. Üniversiteden hocam olan, dilbilimci Emin Özdemir bize hep derdi ki : ”Anadili bir toplumun namusudur.” Emin Özdemir’in öğrencisi olma ayrıcalığına kavuşmuş biri olarak bu sözler hiç kulağımdan çıkmadı, İngilizce-Fransızca özentisiyle dolu tabelaları, mağaza isimlerini gördükçe hala üzülürüm.  (Neyse, bu da yazının mesaj kaygılı kısmı olsun.)
Karaburun büyük bir yer, bir sürü koyu, bir sürü köyü var. Hepsini gezmeye fırsat olmadı. Saip diye bir köye gittik kahvaltıya. Kır kahvesi, bildiğimiz, Yeşilçam filmlerinde Ediz Hun ile Filiz Akın’ın gizli gizli buluştuğu türden bir kahveydi.
Karaburun, Saip Köyü Kırkahvesi
Kahvaltısı buranın da çok lezzetliydi. Kahvenin sahibi bir karı kocaydı. Kadın önce oturduğumuz masadan, güneşten rahatsız olmayalım diye bizi gölgedeki bir masaya almak istedi. Biz “yok biz memnunuz halimizden” desek de, “içime sinmedi benim, gölgedeki masayı hazırlatayım da oraya oturun siz” dedi. Beklemeye başladık. Bu arada bir bey ney üflemeye başladı. Bu sefer de kadının kocası geldi elinde siparişlerimizle. Biz “ama biz buradan kalkıyoruz, gölgedeki masaya geçiyoruz” deyince adam üzüldü, “Bu bey öyle her zaman çalmaz. Keyfi yerindeyse üfler neyine. Dinlemenizi çok isterim ama ney’in sesini duyamazsınız diye üzülüyorum” dedi.

Saip Köyü Kırkahvesi
Bu kez de adamın gönlü olsun diye, hem de ney’i duyabilmek için masa değiştirmekten vazgeçtik. Sonuç olarak sevimli, şirin, sıcak bir yerdi. Aaaaaaaaa ! Oraya aynı akşam yine gittik bu sefer kahve içmeye. Kimi görsem beğenirsiniz ? Ankara’da çok sevdiğimiz, deli gibi eğlendiğimiz bir mekan olan Kalender Zebra’nın sahibi Sefa Abi. Sarıldık, kucaklaştık, ayaküstü sohbet ettik. Bu arada kötü haber: Balkan müziği  yapan grup bu sene çıkmayacakmış :(
Karaburun’daki günlerimiz hep dalış merkezinin olduğu merkezdeki sahilde geçti. Deniz kenarındaki bir restoranın kıyısına köşesine iliştirilmişti dalış merkezi. Arkadaşlar dalarken, ben de kah yüzdüm kah restoranda keyif yaptım. 
Karaburun
Orada da yine dalıştan arkadaşımız Gülay ve arkadaşlarını gördük. Ne çok tesadüf yaşamışız yalnız, yazarken fark ettim :) Karaburun’da bir de Zodyak maceramız oldu. Orada dalışlar zodyaktan yapılıyor. Bir akşam dalışında “zodyakta yer var isterseniz siz de gelin yüzersiniz” dediler.  Gittik. Dalacak arkadaşlar suya atladı. Ben de suya atladım yüzmek için. Beş dakika sonra zodyağın kaptanı “hadi çık artık, arkadaşları almaya gidiyoruz” dedi. “Ne çabuk daldılar çıktılar” diye geçirdim içimden. Meğerse hiç dalamamışlar. Akıntıdan dolayı dalış hocası ile bizim arkadaşlar arasındaki mesafe açıldıkça açılmış. Biz gidip onları iple çektik filan. Esra dalmaktan vazgeçti. Koralp’in ağırlık kemeri düştü, denizin dibini boyladı. Zodyaktaki yedek kemeri aldı o da suya düştü. Sonra Esra’nınkini aldı da dalabildi.
Ne kadar uzun oldu. Gezi yazısından ziyade gezi günlüğü gibi bir şey oldu. Ben öyle öykü gibi yazamıyorum, yeteneğim yok. Böyle konuşur gibi yazabiliyorum. Artık idare ediverin. Sıkıldınız mı ? O zaman biraz da fotoğraflara bakalım isterseniz. Kapanış cümlesi olarak şunu yazmak istiyorum: “Yeni yerler görmek gibisi yok.”

Help Bar Adisyonu
Help Bar'dan



Kabak Koyu bungalovları
Help Bar

Kabak Koyu

Karaburun

Help Bar


Ölüdeniz