13 Nisan 2015 Pazartesi

BARCELONA, BARCELONA



Madrid’den trene binip yaklaşık üç buçuk saat süren yolculuğun ardından Barcelona’ya vardık. (Tren bileti kişi başı 40,55 Euro) Önce evimize gittik. ClassBedroom Apartments’da bir dairede kaldık. Bu daireyi elflere göre yapmışlardı ama biz 4 insan (irice de sayılırız her birimiz) sığabildik =) Son derece mütevazi dairemizde bir oda; karşısında banyo; salonda buzdolabı, lavabo, mutfak tezgahı, televizyon ve kapı arkasında iki ranza yatak vardı. Sinan ve Hamuki bu ranzalara sığışırken, biz Yelda ile ferah feza odamızda kaldık =P Bu minik, bu şirin oda için 5 geceliğine 350 euro ödedik; kişi başı 87,5 euro. Evimiz, Barcelona’nın Barcelonata denen eski liman bölgesinde, denizin neredeyse dibindeydi. Hava da güzeldi şansımıza, istesek denize bile girerdik ama vakit bulamadık ona bir türlü. 

Foto: Hakan Murat Kibar


Kahvaltı hazırlığı
Evimize yerleştikten sonra, Barcelona’nın ünlü La Rambla Caddesi’ne gittik. Aç karnımızı “Ambos Mundos”da doyurduk. Paella, sangria, bira, ne gerekiyorsa yedik, ne gerekiyorsa içtik. Toledo ve Madrid kısmına katılamayan Sinan Barcelona’da bizimleydi. Ve maalesef Barcelona gezisi boyunca dilimize takacağı “Dembaba” şarkısını da beraberinde getirmişti. Ya da o şarkıyı dilimize dolayan Hamuki miydi acaba ? Bilemedim neyse. Karnımızı doyurmuştuk, neşemiz yerindeydi. Eve gidecektik ama daha Barcelona bana “hoş geldin” diyecekmiş sürprizli bir şekilde. Nereden bileyim. Metroya gittik. Makineden biletlerimizi aldık. Benim gittiğim turnike çalışmadı, bileti geri verdi. Yandaki turnikeye geçerken, tam o anda bir amca yanımdan hızla teğet geçti. Önemsemedim. Herkesin acelesi vardı, herkes bir yerlere yetişme telaşındaydı sonuçta. Yandaki turnikeden geçtim. Elimi cep telefonumun olduğu cebe attım. Telefon yok. Ara tara, telefon yok. Hepimiz şaşkınlıktan aptallaşmıştık. Arkadaşlar restoranda unutmuş olabileceğimi söylediler. Orada unutmamıştım, biliyordum ama yine de bir umut restorana gittik. Tabii ki yoktu orada da. Metrodaki amca çalmıştı telefonumu. Diyecek bir şey yok. Barcelona’da hırsızlık olaylarının yaygın olduğunu biliyordum, güya tetikteydim, güya dikkatliydim. Ama işe yaramadı. Neyse, cana geleceğine mala gelsin diye kendimi avutarak geri kalan günlerde telefonsuzlukla ve internetsizlikle mücadele verdim. Hamuki arkadaşım sağolsun, halden anlıyor, tabletini verdi de internet krizine girmemi önledi =D
Polis karakoluna gittim bir umut, belki bulurlar telefonu diye tabi ama neredeee. Olsun, bu da bana bir hatıra kaldı =P (züğürt tesellisi) Karakoldaki anımızı da yazmazsam çatlarım. İfade verdikten sonra beklememizi istediler. Otururken Hamuki yerde 10 Euro gördü. O sırada Sinan ayaktaydı. Sinan'dan rica etti, "Biri parasını düşürmüş Sinan. Yerden alıver de polise teslim et" dedi. Sinan da aldı parayı, ifademi alan polise götürdü. Fakat polis Sinan'ı bırakmadı! Sinan'ın da yazılı olarak ifadesini aldı ! Pasaport bilgilerini istedi. Sinan uzun uzun parayı nerede, nasıl bulduğunu hem yazılı hem sözlü anlattı. Formlar doldurdu imzaladı. En sonunda polis Sinan'a demiş ki, "Bu parayı siz bulup buraya getirdiniz. Eğer bir ay içine paranın sahibi gelmezse para sizindir." Siz siz olun yerde para görseniz bile ya alıp cebinize atın, ya görmezden gelin. Ama sakın ha polise molise teslim etmeye kalkmayın =D
Ertesi gün, Barcelona’nın ünlü futbol stadı Camp Nou’da “Barcelona-Rayo Vallecano” maçını izledik. Biletleri Ankara’dayken internetten almıştık, kişi başı 30,50 euro’ya. Türkiye’de hiç maç izlemediğim için kıyaslamayı ben yapmayım. Sinan ve Hamuki’nin izlenimlerini aktarayım. Bir kere, kocaman ama gerçekten kocaman stadyuma son anda vardığımız halde sorun olmadan içeri girebilmemize çok şaşırdı çocuklar. Bizde olsa sıra olurmuş, kargaşa olurmuş. Biz pıt diye giriverdik. İzleyici profilini çok takdir ettiler. “Pikniğe gelir gibi ailecek, çoluk çocuk maç izlemeye gelmişler. Ne güzel” dediler. Gol olduğunda, golü atan takımın taraftarlarının taşkınlık yapmadan, kibar kibar sevinmelerine; golü yiyen takımın taraftarlarının da küfür etmeden, sahaya birşeyler atmadan, bağırıp çağırmadan üzülmelerine de çok şaşırdılar. Hamuki sağolsun, tanınmış oyuncuların adlarını, forma numaralarını, ofsaytın ne olduğu gibi bazı kuralları maç boyunca bizlere anlattı =) Neydi ofsayt sahi ? Messi 7 numara mıydı, 10 numara mıydı ? Hay Allah =P Ben kiiiiiiim, futbol kim ! Yine de o havayı solumak keyifliydi. Barcelona’ya yolunuz düşerse denk getirin Camp Nou’da maç izleyin efenim ;)
Camp Nou
Çarşı ! Her yerde ! =D

Camp Nou

Camp Nou

Camp Nou

Camp Nou

Camp Nou
Maçtan sonra, bana bütün Barcelona ekonomisini tek başına götürüyor gibi gelen Gaudi’nin meşhur evlerinden Casa Batlló’ya gittik. Sonra “La Pedrera” da denilen “Casa Milá”ya.

Casa Battlo
Casa Batllo. Bu balkonlara uzaktan bakınca iskelet kafatasını andırıyor.
Casa Batllo'nun içi.
Casa Mila veya La Pedrera.
La Pedrera veya Casa Mila.

La Pedrera veya Casa Mila
Casa Mila veya La Pedrera
La Pedrera veya Casa Mila

Casa Mila veya La Pedrera
Gaudi'nin La Pedrera'nın inşasında esinlendiği ağaç, kuş, çiçek, böcek, kaburga vb.nin sergilendiği bir bölüm var La Pedrera'da. Evin hangi bölümünü yaparken neden etkilenmiş, onu anlatıyor.
La Pedrera.
Ertesi gün, Gaudi’nin hayatını adadığı, yapımı hala süren “Sagrada Familia” kilisesine gittik. Kilise girmek için bekleyenlerin oluşturduğu ve yılan gibi kıvrılarak uzayan kuyruğu gördüğümüzde şaşkınlıktan gözlerimiz pörtledi. İlk şoku atlattıktan sonra Sinan’ın aklına dahiyane bir fikir geldi. “Bu sırayı ne bekleyeceğiz canım. İnternetten alalım biletlerimizi” dedi. Nitekim, internetten aldığımız biletlerimizle sıra mıra beklemeden hop diye giriverdik kiliseye. Kişi başı 19.50 Euro ödedik, buna kule girişi de dahil. Kule girişi ne derseniz, iki tane kule varmış. Şu kuleye mi çıkarsınız bu kuleye mi çıkarsınız diye sordular. Birini rasgele tercih ettik. Çok da bir numara yoktu. Klostrofobikseniz zaten hiç kuleye muleye çıkmayın. Asansörle çıktık, yürüyerek döne dolana indik. Daracık zaten. Bir kişi zor sığıyor. Gaudí, 1882’de Francesc de Paula Villar y Lozano tarafından yapımına başlanan bu kiliseyi tamamlama işini 1883’de üzerine almış. Gittikçe daha fazla zamanını bu esere ayıran Gaudí, 1908’de başka proje almayı bırakmış ve 1926’daki ölümüne kadar sadece Sagrada Familia ile uğraşmış. Ancak, 7 Temmuz 1926'da, 74 yaşında bir trafik kazası sonucu projesini tamamlayamadan ölmüş ve Sagrada Familia'ya gömülmüş. 

Sagrada Familia Kilisesi
Sagrada Familia Kilisesi
Sagrada Familia Kilisesi
Sagrada Familia Kilisesi
Sagrada Familia Kilisesi
Sagrada Familia Kilisesi
Sagrada Familia Kilisesi
Sagrada Familia Kilisesi
Sagrada Familia Kilisesi
Sagrada Familia Kilisesi
Sagrada Familia Kilisesi
Sagrada Familia Kilisesi
Sagrada Familia Kilisesi
Sagrada Familia Kilisesi
Sagrada Familia Kilisesi
Sagrada Familia Kilisesi

Kulenin Merdiveni.

Gelelim Park Güell’e. Gaudi, burayı Eusebi Güell isimli Katalan bir sanayici için tasarlamış. Kamuya açık binaların yanı sıra 60 tane ev inşa edilmesi planlanmış. Fakat proje ticari olarak başarısız olmuş, bir tane bile ev satılmamış. 1918 yılında devlete geçen arazi, 1922’de “Park Güell” olarak halka açılmış. 
Park Güell
Park Güell
Park Güell
Park Güell
Park Güell. Burada sütunların altında, merdivenlerin ortasında, Gaudi'nin meşhur kertenkele figürü var. Ama kalabalıktan görünmüyor.

Kimdir bu Gaudi ? Çocukken, romatizma hastalığı varmış. Bu nedenle arkadaşlarıyla oynayamamış, ilkokula geç başlamış. Annesi, canı sıkılmasın diye onu kırda köyde yürüyüşlere götürürmüş. Gaudi bu yürüyüşlerde doğayı gözlemlemeye başlamış; “Saksılar, üzüm bağları ve zeytinliklerle çevrili olarak, tavukların gıdaklamaları, kuşların şarkıları, böceklerin vızıltılarıyla neşelenerek, uzaktaki Prades dağlarıyla, doğanın en saf, en hoş görüntülerini yakaladım” demiş. Bir de “Nature is my best teacher” da demiş. Doğadan bu kadar etkilenince, bu kadar sevince, sevgisini eserlerine de taşımış. Bu özelliğini öğrenmeseydim, belki Gaudi'yi ve eserlerini o kadar da sevmeyecektim. Ama, madem ki doğayı bu kadar sevmiş, sevmekle kalmayıp eserlerinde kullanmış, "Doğa sevenden kimseye kötülük gelmez" düşüncesiyle, diyorum ki, "Gaudi candır." 

Foto: İnternet
Montjuic Tepesi, şehri kuşbakışı izleyebileceğimiz bir tür seyir terası. Katalunya Sanat Müzesine de ev sahipliği yapıyor aynı zamanda. Biz gezmedik ama Montjuic Kalesi de güzelmiş. Miro’nun müzesine giderken yolda, 1992’deki olimpiyatlar için yapılan Olimpiyat Stadyumunu da gördük. Olimpiyatlar için yapılan, eski İspanyol Köylerinin canlandırıldığı “Pueblo Espanol”a girmedik. Müzelere giriş için verdiğimiz paralardan anamız ağlayınca, "İspanyol köyü de kusur kalıversin" dedik. Zaten yorulmuştuk, acıkmıştık. La Boqueria daha cazip geldi, taksiye kendimizi zor attık. 

Mont Juic Tepesi

Montjuic Tepesi
Montjuic Tepesi
Montjuic Tepesi
Montjuic Tepesi
Montjuic Tepesi

Montjuic Tepesi

Miro’nun Müzesinde ise, tıpkı Madrid’dekilerde olduğu gibi, pek çok anaokulu-ilkokul 1. Sınıf düzeyindeki öğrenciler grup halinde ziyarete gelmişlerdi. Bu manzaraya Figueres’teki Dali Müzesi’nde de rastlayacaktık. 

La Fundacio Joan Miro
Joan Miro Müzesi
Joan Miro Müzesi
Joan Miro Müzesi
Akşam yemeğini, Barcelona’nın Pazar yeri olan “La Boqueria”da yedik. Burası da insanı baştan çıkaran lezzetlerle dopdolu harika bir yer. Mutlaka ama mutlaka gidilesi, aksırıncaya tıksırıncaya kadar yenilip içilesi. =D Akşam yemeği için önereceğim bir mekan da, Sagardl BCN Gotic. Buraya Sinan'ın Katalan arkadaşının önerisi üzerine gittik. Tapasları çeşitli ve lezzetli. Fiyatı da uygundu. İki gece burada yedik. Tapas çeşitleri açık büfe gibi sergileniyor. Tabak alıyorsun, istediğin tapasları tabağına koyuyorsun. Yedikten sonra kürdanları sayarak hesabını ödüyorsun. Tabağında 5 kürdan varsa 5 tapas yediğini varsayıyorlar ve sana güveniyorlar. Yani, 10 tapas yeyip, 6 kürdanı yere atmayacağına ya da cebinde saklamayacağına inanıyorlar. Biz de hile yapmadık valla. Kaç tapas yediysek ücretini ödedik. Bazı yerlerde de peşin ödüyorsun ama. Mesela Camp Nou'nun orada yediğimiz mekanda, tabağını alıp kasaya gidiyorsun, ona göre ödeme yapıyorsun.
Mercat de Sant Josep-La Boqueria

Mercat de Sant Josep-La Boqueria

Mercat de Sant Josep-La Boqueria

Mercat de Sant Josep-La Boqueria

Mercat de Sant Josep-La Boqueria

Mercat de Sant Josep-La Boqueria

Mercat de Sant Josep-La Boqueria


Ertesi gün Dali’nin müzesini görmeye Figueres’e gittik. Yine trenle. Dali, köyüne harika bir müze yapmış. İnteraktif bir müze. Ağzınızı açık bırakacak pek çok detay var. 

Figueres. Dali Müzesi'ne giderken.

Figueres Sokakları

Figueres

Figueres

Dali Müzesi

Dali Müzesi

Bebeler müzede

Meraklı Minik'ler ;)
Dali Müzesi

Dali Müzesi

Dali Müzesi

Dali Müzesi

Dali Müzesi

Dali Müzesi

Mücevher de tasarlamış usta.

Müzeden sonra yol üzerindeki Girona şehrine uğruyoruz. Girona, Barcelona'dan sonraki en büyük Katalan şehri imiş. Dar sokaklarını şöyle bir gezip, yorgunluğumuzu König diye bir kafe-barda atıyoruz. Saat 20:00 civarındaki trenle Barcelona’ya dönüyoruz. 

Girona

Girona

Girona

Girona

Girona

Girona

Girona

Girona

Girona

Girona

Girona

Girona

Girona

Girona
Girona'da bir pastane, tatlı dükkanı. Mekan da satıcı kız da film sahnelerindeki gibiydi. Çok sevdim çok.

Barcelona geniş bisiklet yollarıyla, bisikletlerin şehir içi ulaşımda sıklıkla kullanılan bir seçenek olmasıyla, parklarıyla, günün her vakti spor yapan insanlarıyla, siesta geleneğiyle, Gaudi'siyle, insanların geniş geniş yayıldıkları meydanlarıyla, tapasları, sangriaları, Rioja denilen yerel üzümlerinden yapılma şaraplarıyla, yardımsever insanlarıyla gönlümü fethetti. Bisiklet kiralayıp şehri gezemedim, bir de uzun plajlarında gönlümce yürüyüp yüzemedim, içimde kaldı. Bunlar Barcelona'ya tekrar gitmek için yeterli sebep midir ?

Barcelona metrosu


"Estambul" =)








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder