1 Nisan 2015 Çarşamba

MADRİD



Aklımı, kalbimi Toledo’da bırakıp, trenle Madrid yollarına vurdum kendimi. Kalacağımız yeri daha önceden internetten ayarlamıştık. “Like Home Madrid Apartments”, içinde bir sürü daire olan büyük bir apartman. Dairelerin bazılarının kapılarının üzerinde “Turistik Kullanım İçin” diye ibareler vardı. Bazılarında da yoktu. 3 kişilik odaya 3 geceliğine 165 Euro ödedik. Kişi başı 55 Euro’ya geldi anlayacağınız. Üstelik son derece merkezi bir yerde, temiz bir odada kaldık. İçinde mutfağı, minik bir buzdolabı var. Kahvaltıyı odamızda yaptık. Gün boyu dışarıda olduğumuz için öğle ve akşam yemeklerini dışarıda yedik. Şirin odamızın fotoğraflarını koymak isterdim lakin koyamıyorum. Nedenini merak ediyorsanız, Barcelona yazısını bekleyiniz efenim ;)

 
Burası Madrid'in Atocha Tren İstasyonu. Tren istasyonundan ziyade Botanik Parkı da diyebiliriz. İStasyonun ortasında ufak bir botanik parkı, önündeki minik gölette de minik minik su kaplumbağaları ve balıklar var. Treninizi beklerken bunlara bakıp oyalanabilirsiniz. Tren istasyonu, bir havaalanı kadar belki daha bile büyük bir alanı kapsıyor. Bunda, tren taşımacılığının gelişmiş olmasının rolü olsa gerek. Her yere sık sık tren var. Hızlısı, orta hızlısı, düşük hızlısı.
Akşam 20:00 civarında evimizdeydik. Yerleştikten sonra dışarı çıkıp etrafı bir kolaçan ettik. Kahvaltı alışverişini yaptıktan sonra eve döndük. Ertesi gün gezeceğimiz yerleri kararlaştırıp uykuya daldık.

Sabah, ilk olarak şehrin merkezi Puerta Del Sol’a gittik. Burada, önce Vodafone’dan internet ve konuşma paketi aldım. 10 dakika konuşma, 1 GB internet içeren hatta 15 Euro verdim. Benzer paketler, Orange adlı mobil iletişim operatöründen de alınabiliyor. 

İnternete kavuşmuş olmanın sevinciyle attım kendimi Madrid sokaklarına. Puerta Del Sol, “Güneş Kapısı” anlamına geliyor. Şehrin önemli pek çok caddesi bu meydana çıkıyor. “Bütün yollar Roma’ya çıkar” durumu bir nevi. Meydanda kılıktan kılığa girmiş bir sürü insan var. Bu insanlar para karşılığı sizinle fotoğraf çektiriyorlar. Puerta del Sol Meydanı’nda, Madrid’in simgesi “Kocayemiş Ağacı’nı öpen ayı” heykeli bulunuyor. 


Foto: Hakan Murat Kibar

Foto: Hakan Murat Kibar

Burası Madrid'in kalbiymiş efenim =)
Foto: Hakan Murat Kibar

Plaza Mayor’a doğru yürürken, yolda “Las Farolas de la Calle Mayor” adlı, pastane tarzı bir yere girdik. Her yerde satılan “churro” adlı tatlıyı deneyelim istedik. Bizdeki, sokaklarda satılan, çok afedersiniz, “kerhane tatlısı” görünümlü bu tatlıyı pek sevmedik. Zaten, tatlı sandığımız şey bir kere tuzluydu. Tatlandırmak için yanında çikolata veriyorlar. İster çikolataya bandıra bandıra yiyorsunuz, ister sade. Çikolatalı da çikolatasız da bir şeye benzemiyor bana sorarsanız. Siz yine de kendiniz tadın tabi, damak zevki bu, kişiye göre değişir. Bir de galeyana gelip promosyonlu churro’dan 3’er tane aldık. Hayatımızın hatasını yaptığımızı, ilk churro’yu tadarken farkettik. Bir kişilik promosyonlu churro’da kahve ve yanlış hatırlamıyorsam 10-15 tane churro vardı. Sevmeyince kaldı tabi birer ikişer zorla yedik. Kalan churro’ları tabakta bırakıp, koşarak uzaklaştık mekandan =D


Foto: İnternet

Plaza Mayor Meydanı’na geldik. Burası, dört bir yanında kafelerin, restoranların, hediyelik eşya mağazalarının bulunduğu dikdörtgen şeklinde bir meydan. Meydanın tam ortasında Kral 3. Philip’in bronz bir heykeli var. Meydan geçmişte pazarlara, boğa güreşlerine, idam cezalarına, futbol oyunlarına ev sahipliği yapmış.

 

Meydanda bir tur attıktan sonra, “Mercado de San Miguel”e gittik. Burası bir pazar yeri. Bizdeki pazar yerlerinden farkı, bistro tarzı mekanlar da var ve buralarda oturup yemek yiyip birşeyler içebiliyorsunuz. Öğlenleri de akşamları da kalabalık oluyor. Pazar yeri aklımı başımdan aldı. Her türlü meyve, sebze, balık, tatlı, hamur işi, kuru yemiş, peynir, şarküteri, deniz ürünü, zeytinyağı satılıyor. Deniz ürünlerini ister oturup yiyebilirsiniz, ister fast food tarzında külahlarda satılanlardan alıp ayak üstü yiyebilirsiniz. 

Pazar yerinin dıştan görüntüsü.

Madrid’e gelip de bu pazara uğramamak bana sorarsanız büyük kayıp olur. Burada resmen gözüm döndü. Akşam yemeği için buraya gelmek üzere kendimize söz verip, Palacio Real’a doğru yola koyulduk. Batı Avrupa’nın en büyük sarayıymış Palacio Real. İçeride tablolar var, görkem, ihtişam var, Kraliyet Ailesi mensuplarının resimleri, fotoğrafları var. Çok da görülesi bir yer değil.



İhtişamdan kamaşan gözlerimizi biraz olsun dinlendirelim diye, Retiro Parkı’na gidelim dedik. Burası kocamaaaaaaan bir park. Yapay bir göl, bir sürü heykel var. Gündüz saati de olsa park hayli kalabalık. Yürüyenler, koşanlar, bisiklete binenler, gölde sandal sefası yapanlar, kafelerde oturup sohbet edenler, ağaç gölgelerinde siesta yapanlar. İnsanlarda bir rahatlık, bir huzur, bir gamsızlık. Oh ne ala memleket dedim kendi kendime. 

 


Parkın hemen karşısında, Puerta de la Alcala var. 

Madrid'in ana kapılarından biriymiş.
Parktan sonra, önünden geçerken merak edip Denizcilik Müzesi’ne girdik. Giriş ücreti 3 Euro. 



Çıktığımızda acıkmıştık. Mahallemize gittik, Lizarran diye bir kafe-restoranda tapas yedik. İngilizce menüleri olmadığı için sipariş verirken hayli zorlandık. Zira garsonlar da İngilizce bilmiyor. Fotoğraflara bakıp, içgüdülerimize de güvenerek verdik siparişleri. Eve gidip biraz dinlendik. Dinlenince soluğu bilin bakalım nerede aldık ? Evvet ! Mercado de San Miguel’de. Karnımız çok aç değildi. Fakat bu, benim birşeyler yiyip içmeme engel değildi =) Pazarda dolaşırken, bizim yaprak sarmasından gördüm. Bildiğin yalancı dolma. Bir porsiyon ondan (2 tane vardı zaten porsiyonda) bir porsiyon da enginarlı bir tapa alıp mideye indirdim. Bir kadeh de, onların “rioja” denen meşhur üzümlerinden yapılan şaraptan içtim. Oh mis!  =D

Madrid’deki ikinci günümüzde, Museo Nacional del Prado’ye gittik önce. Giriş ücreti 14 Euro. İçeride El Greco’nun, Zurbaran’ın, Velazquez’in, Goya’nın, Rubens’in, Raphael’in, Botticelli’nin, Caravaggio’nun, Dürer’in, Rembrandt’ın ve daha pek çok ressamın eserleri sergileniyor. Sergilenen en önemli eser, Diego Velazquez’in “Las Meninas” adlı tablosu. Müzede ilgimi en çok çeken şey ise, anaokulu ya da ilkokul 1. sınıf yaşlarındaki öğrenci gruplarıydı. Bir tablonun önünde yere oturuveriyorlar ve ilgiyle öğretmenlerinin o tablo hakkında verdiği bilgileri dinliyorlardı. Gittiğim her müzede bu manzara vardı. 

Las Meninas, Diego Velazquez. Foto: İnternet
Prado Müzesi’nden sonraki durağımız, “Museo Nacional Centro de Arte Reina Sofia” oldu. Giriş ücreti 8 Euro. Burası eskiden hastane imiş. Sonra hastane olarak mekan yeterli bulunmamış, yıkılma tehlikesi geçiren binanın tarihi eser olarak açıklanmasından sonra sergilere ev sahipliği yapmaya başlamış ama 1988 yılında “ulusal müze” olarak ilan edilmiş. Müzenin önemi, Picasso’nun Guernica adlı eserine evsahipliği yapmasından geliyor.


Museo Nacional Centro de Arte Reina Sofia

Guernica, Pablo Picasso. Foto: İnternet
Müze çıkışı, karşıdaki restoranlardan birine, “El Sanabria”ya oturduk. Paella yedik. Beğendik. Teleferiğe bineriz ümidiyle Parque del Oeste’ye gittik. Sezon açılmadığı için miydi bilmem, teleferik meleferik yoktu ortada. Parkın içinden geçerek, “Ermita de San Antonio de la Florida” kilisesine geldik. Bu küçücük kilisenin önemi, duvarlarındaki fresklerin Goya tarafından yapılmış olması.
Foto: İnternet
Foto: İnternet
Goya, kilisenin sunağının önüne gömülmüş. Daha doğrusu, 1919’da öldüğü Bordaux’dan, buraya taşınmış kemikleri. Fakat, kemiklerinin önemli bir kısmı kayıpmış: Kafası ! Madrid’de bir gelenek varmış efendim, her sene 13 Haziran’da kadın terziler bu kiliseye dua etmeye gelirlermiş. Günümüzde bu gelenek toplumun her kesiminden kadınları kapsar olmuş =) Bileydik 13 Haziran’da giderdik =P  



Gece, Cardamomo diye bir barda Flamenko gösterisi izledik. Flamenko müziğinin kökenine dair kesin bilgi olmasa da, İspanya’nın Endülüs bölgesinde yaşayan çingenelerin, acılarını, yaşadıkları zorlukları, baskıları, isyanlarını müzik ve dans diliyle ifade etmeleridir diyebiliriz. Flamenko’nun hasını Endülüs’de izler/dinleriz biliyoruz da, oralara gidene kadar Madrid’de de bir Flamenko dansı izlemeden gitmeyelim dedik. Mercado de San Miguel’de, Cardamomo diye bir yerin tanıtımını yapıyorlardı. Broşürler, kartlar eşliğinde bir adam bize Cardamomo’yu, biletleri oradan alırsak indirim yapacağını söyledi. Biz emin olamayınca bize 3 tane kartın arkasını imzaladı, “bu kartlarla giderseniz yine indirim yaparlar” dedi. Kişi başı 32 Euro vererek içeri girdik. Bu fiyata bir adet içki dahildi.  



 

Gösteriyi çok beğendik. Hatta o kadar beğendik ki, az daha başka bir mekanda başka bir gösteri daha izleyecektik. Son anda mani olduk kendimize. İkinci gösteriyi izlemeye ramak kaldığımız mekan “Flamenco Villa-Rosa” idi. Buranın dekorasyonu filan müthişti. Broşürde “1911 yılında kurulan, Madrid’in en tarihi ‘tablao’su” diye yazıyor. Tablao, Flamenko gösterilerinin yapıldığı mekan demekmiş. Flamenko barı gibi bir şey sanırım. Burada kapıdaki görevli kız bizi güleryüzüyle son derece nazik bir şekilde karşıladı. Bize indirim bile yaptı (25 Euro) ama bir gecede bir Flamenko yeter deyip vazgeçtik. Bu arada kız bize Türkçe birkaç kelime söyledi. Meğer Türkçe öğreniyormuş =) İkinci flamenkoyu izleyemedik diye kendimizi teselli etmek için bir tavernaya oturduk. Tapas yeyip sangria içtik. 


Madrid’deki son günümüzde, boğa güreşlerinin yapıldığı “ Plaza de Toros de Las Ventas”a gittik. Boğa güreşlerine her ne kadar karşı olsak da, bu güreşlerin yapıldığı mekanı görmek lazım gelmişken dedik. 




Boğa Güreşi arenasından sonra, Plaza de Espana'ya gittik. Burada Cervantes, Don Quijote ve Sancho Panza'nın heykelleri vardı. 


Madrid'ten ayrılık vakti gelmişti. Odamıza gidip eşyalarımızı almadan önce, sabahları önünden geçerken mis kokulu, türlü çeşitli ekmeklerin, hamur işlerinin işveyle, cilveyle göz kırptığı, mahallemizin fırını Uvepan’da kahve içip birşeyler atıştırdık. Barcelona'ya gitmek üzere, Atocha Tren İstasyonu’na gittik.



Madrid düzenli, sakin bir şehir gibi geldi bana. Bunda turizm sezonunun henüz tam olarak başlamamış olmasının da rolü olabilir. En çok sevdiğim şeyler, bisikletin ulaşımda yoğun ve etkili olarak kullanılması oldu. Adım başı bisiklet parkları var. Bir yerden aldığın bisikleti, başka bir yerdeki parka bırakabiliyorsun. Geniş geniş bisiklet yolları var. Sürücüler yayalara saygılı. Korna sesi duymadım desem yalan olmaz. İnanmazsınız, herkes kurallara uyuyor. Dikkatimi çeken ve sevdiğim bir diğer konu, hibrid araçların yaygınlığı oldu. Bindiğimiz taksilerin çoğu hibriddi. Madrid’liler pek sportmen. Sokaklarda yürüyen, koşan, bisiklete binen bir sürü insan vardı. Yeme içme konusunda sıkıntı yok. Damak tadınıza hitap eden türlü çeşitli yiyecek var.



Buldukları her yerde siesta yapıyorlar anacım =)




Bu siesta adeti Türkiye'ye de gelsin !
 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder