İstanbul’da yaşayan ahretliğim,
"Belgrad’a gidiyoruz, sen de gel" dediğinde, burun kıvırmıştım. Belgrad ne alaka,
ne varmış ki orada demiştim. Ama Hatice’yle uzun zamandır seyahat
etmemiştim bir, Belgrad vize istemiyordu iki, yakındı üç, ucuzdu dört. Bütün bu
etkenler bir araya gelince, kendimi Hatice, Hatice'nin kardeşi Ramazan, Ramazan'ın eşi Semra ile birlikte Belgrad uçağında buluverdim.
Atatürk Havalimanından yaklaşık 1
saat 15 dakika süren bir uçuş sonrasında Belgrad semalarında muhteşem bir gün
batımı eşliğinde, muhteşem bir kuş bakışı manzara karşıladı bizi. Önyargıyla
geldiğim şehri seveceğimin ilk işaretiydi bu manzara.
Havaalanından otele taksiyle
gidelim dedik. Taksiler nereden kalkıyor diye bakınırken, bir taksici yanımıza
sokulup, otele 20 Euro’ya (4 kişi toplam) götürmeyi teklif etti. Biz de “hemen atlamayalım, bir
iki kişiye daha soralım” derken, Goran çıktı karşımıza. Goran da aynı teklifi
getirince, dedik “herhalde rayiç bu, fazla da şeyetmeyelim akşam akşam”, bindik taksiye.
Sonradan anladık ki, Goran korsan taksiciymiş. Yasal çalışan havalimanı
taksicileri varmış, onlar taksimetre açarlarmış. Neyse, Goran Bey sadece bizi
kazıklamakla kalsa iyiydi. Yol boyu, girişimci fikirlerine bizi de ortak etmeye
çalıştı durdu. Neymiş efendim, İstanbul’da altın çok ucuzmuş. Bir daha gelirken
oradan altın alıp gelelimmiş, burada satalımmış. Kalacak yer ayarlarmış bize
daha ucuza. “Yav he he” dedik biz amma, Goran Bey kararlı. Telefonunu yazdırdı
bize. Yazmış gibi yaptık. Fakat tutturdu, çaldırın ben de sizi kaydedeyim diye.
Numarayı yazıyormuş gibi yapan bendim, ama çaldırmak istemeyince, yanında oturan
Ramazan’a sardı bu kez. Neyse güç bela Goran girişimcisini savdık başımızdan.
Otelimizin olduğu sokağın başında indirdi bizi, araç girmiyormuş çünkü o
sokağa.
“O sokak” diye bahsettiğim yer,
beni benden alacakmış meğer nereden bileyim ? Taksiden inip de otele doğru yürürken, önce tatlı
bir akşam esintisi hoş geldin dedi yüzümüze çarparak. Sonra baktım ki, Arnavut
kaldırımında yürüyorum. Kafamı kaldırdım, sağımda solumda, her birinden tatlı
namelerin geldiği, canlı müzik yapılan restoranlar. Otele kadar yürümedim, uçtum
desem yeridir. Belgrad’ı çok seveceğimin ikinci işareti, bu adını sonradan telaffuz edebildiğim sokak oldu. (Skadarliya ya da Skadarska)
Otele yerleştik. Otelimizin adı,
Bohemian. Odamıza da aşık olduk. Neşe içinde odanın içinde kelebekler
misali oradan oraya uça uça yerleşirken, başımıza geleceklerden habersizdik.
Hazırlanıp kendimizi sokağa attık. Gelmeden önce yaptığım araştırmalarda,
Belgrad’daki meyhane tarzı restoranlara Kafana dendiğini okumuş, bunların en
ünlü olanlarının isimlerini not almıştım. Bu meyhanelerin bulunduğu sokağı,
Bohem olarak nitelendirildiği için çok merak ediyordum. Meğer, otelimiz o
sokaktaymış. Mutlaka deneyelim dediğimiz kafanalar da sıra
sıra o sokaktaymış. Bir Ayşe daha ne ister?

Bir yere oturmadan önce sokakta
birkaç kez bir aşağı bir yukarı yürüdük. Yukarı doğru yürürken, bir mekanın
önünden geçiyorduk. Mekanın önündeki kız bizi içeri davet etti. Mekanın hem
barı hem de kafesi vardı. Kız, “isterseniz oraya, isterseniz buraya gelin”
dedi. Biz kıza gülümsedik sadece. Aşağı doğru yürürken
yine aynı mekanın önünden geçtik, kız yine buyur etti. Biz yine gülümseyerek
baktık kıza. Üçüncü kez, yukarı doğru yürürken kız, gülerek, “Bari bu sefer
gelin” dediğinde, hep beraber koptuk ama yine de girmedik mekana. Çünkü açtık,
aç ! Dönüp dolaşmaların ardından, Tri Šešira yani 3 Şapka anlamına gelen
restoranda yemeye karar verdik. Çünkü Belgrad’ın yerlileri burayı öneriyormuş. Ortaya
bir garnitür tabağı, Cevabi dedikleri bizim İnegöl köfteye benzeyen
köftelerden, bir de salata söyledik. Köfteler, bizim İnegöl köftelerin iki katı
büyüklükteydi, sayı olarak da bizimkilerin servis ettiğinin 2 katı kadardı. 4
kişi tıka basa doyduk, ödediğimiz para da, Türkiye’de böyle bir yemeğe
ödeyeceğimiz miktarın epeyce altındaydı.
 |
Dobroveççe. Öğrendiğim ilk ve tek Sırpça kelime. Merhaba demekmiş. |
Yemek sonrası bir tur daha atıp Bohem
sokağımızda, odalarımıza çekildik. Mışıl mışıl uyumanın hayalini kurarken,
yattıktan bir iki saat sonra gürültüye uyandık. Bizim otelin içinde bir gece
klubü varmış meğersem. Gümbür gümbür bir müzik sesi. Baslar sanırsın
ciğerlerimde, göğüs kafesimde çalınıyor. Şimdi biter birazdan biter derken o
gece sabahı sabah ettik. Sabah durumu resepsiyona bildirdik, “dün gece özel bir
parti vardı, bu gece gürültü olmaz herhalde” dediler. İnşallah hadi bakalım
deyip, kahvaltı yapmaya çıktık.
Belgrad’lılar da, bizim gibi,
hamur işi seviyormuş. “Pecara” dedikleri, bizim pastanelerimiz misali yerlerde
envai çeşit börek, poğaça, kek vb. hamur işi satılıyor. Resepsiyondaki
Jelena’dan (J'ler Y okunuyor) bize pecara önermesini rica ettik. Toma’yı önerdi. Toma, ziyaret
listemizde bulunan Cumhuriyet Meydanı’na yakın bir yerdeydi.
 |
Toma |
Meydan, Belgrad’ın
en merkezi yerlerinden biriydi, bizdeki Ulus Meydanı/Kızılay Meydanı gibi. Bir
izci grubunun gösterisi vardı biraz onu izledik.
Toma’yı bulup
böreklerimizi çöreklerimizi aldıktan sonraki istikametimiz, Kalemegdan denen kaleydi. Kaleye
de Cumhuriyet Meydanına çıkan, bizim Tunalı Hilmi’miz, İstanbul’un İstiklal’i
gibi olan Kinez Mihail Caddesinden yürüyerek gidiliyordu. Yürüdük. Kalenin
parkındaki, Sava nehrine nazır banklardan birine oturup kahvaltımızı ettik.
 |
Kahvaltıdan sonra manzara seyri.. |
Sonra Kale’yi gezdik. Cumartesi olduğu için epey kalabalıktı. Kalenin içinde
Paşa Konağı ve Damat Ali Paşa Türbesi gibi Osmanlı eserleri var. Buraları ikinci kez gittiğimiz Pazartesi günü, daha sakinken tekrar gezdik.
 |
Fotoğraflarını çekmemişim ama, buraya mutlaka yazmak istediğim bir şey var. o da şu, Belgradlı amcalar parklarda, kafelerde satranç oynuyorlar hep. Takdire şayan değil mi ? |
 |
Kalemegdan |
 |
Kalemegdan |
 |
Damat Ali Paşa Türbesi |
 |
Damat Ali Paşa Türbesi |
 |
Damat Ali Paşa Türbesi |
 |
Osmanlı Konağı |
Kaleyi
gezdikten sonra, Aziz Sava Katedrali vardı sırada. Orası da şehrin diğer
tarafındaydı. Katedrale doğru yürürken, yolda, Albert Einstein, Alfred Hitchcock, Maxim Gorki gibi isimlerin konakladığı, tarihi bir
otel olan Mosvka’da kahve molası verdik. Spesiyal tatlısının tadına baktık.
Dinlendikten sonra tekrar
yürümeye başladık. Sora sora Bağdat bulunurmuş, biz de katedrali bulduk. Aziz Sava, Sırp Ortodoks Kilisesinin kurucusuymuş. Rivayete göre Osmanlı Paşası Sinan Paşa bu katedrali yıktırmış. Sırplar da sonradan bu kilisenin kalıntılarının olduğu yere bu katedrali yaptırmış.

Nicola Tesla müzesi de Katedralin
olduğu taraflardaydı. Gelmişken müzeyi de görelim dedik. 40 kişiye sorduk, 40
ayrı yol tarifi aldık. Belgrad’ın sokaklarında bir aşağı bir yukarı dolanırken,
artık ümidimizi yitirmeye başlamışken, Müze’yi gördük. Daha doğrusu bir bina
gördük, bu binadan olsa olsa müze olur dedik. Burası da değilse, neresi olsun
artık dedik. Hezeyanlarımızı bastırmaya çalışarak binanın kapısına kadar
gittik. İngilizce yönlendirme/levha filan yok. Binanın camında "Nicola Tesla Experiments" yazan bir poster var sadece. Müze burası mıydı, değil miydi emin olamadık. İçeri girip sorduk, “Gardaş Nicola Tesla Müzesi bura
mı ola” dedik. “He” dediler. Şükürler olsun diyerekten biletlerimizi aldık. 5
dakika sonra yakışıklı bir Sırp delikanlı, bize Tesla’yı ve müzeyi İngilizce
olarak anlattı. Anlayabildiklerimiz yanımıza kar kaldı, anlayamadıklarımız soru
işareti oldu, sonra da havaya uçtu gitti. Nicola Tesla demişken. Tesla da
bildiğin acıların çocuğuymuş. Abisini kaybedince takıntılı ve şizofrenimsi biri
olup çıkmış. Okulu yarıda bırakmış. Babasının soyadını beğenmemiş, Tesla soyadını kendisi sonradan almış.
Amerikan hükümeti ve bağzı Amerikan firmalarınca buluşlarının önü kesilmiş.
Thomas Edison Tesla’yı çok fena kazıklamış mesela. Tesla’ya bir görev vermiş,
karşılığında 50 bin dolar vereceğini söylemiş. Tesla görevi bitirdiğinde Edison
çamura yatmış, “Tam bir Amerikalı gibi düşünmeye başladığında Amerikan şakalarından
da anlayabileceğini” söylemiş. Daha neler neler. Dahasını merak edenler,
googledan, ekşi sözlükten okuyuversinler.

 |
Foto: İnternet |
Tabanlarımıza kara sular inmişti
ama biz keşfe doymuyorduk. Müzeden çıkıp, Taş Meydan’a ve yakınındaki Aziz Mark Kilisesine gittik.
Akşam olmak üzereydi ve
acıkmıştık. Tavsiye üzerine Manifaktur
diye bir restorana gittik. İyi pişmiş olsun demediğimiz için etlerin bazısı az pişmiş geldi. Ben ve Hatice burger köftesi ile kaymaklı dedikleri bir et yemeği söylemiştik. Sırp ev şarabı içtik, onu beğendik.

Akşam, Sava Nehri kenarındaki
barlarda eğlenerek yemek acısını unutturacaktık kendimize. Lakin, gece
yaşamıyla ünlü Belgrad’ın mekanlarına önceden rezervasyon yaptırmak gerektiğini
düşünememiştik. Caz müziğinin yapıldığı Jazz Basta’ya gittik ama içerisi tıka
basa doluydu. Girmemizle çıkmamız bir oldu. Listemizde bulunan diğer
mekanlardan da aynı şekilde çıkmak durumunda kalınca, bizleri olduğumuz gibi
kabul edecek bir mekana kapağı attık. Attık atmasına da, o kadar kalabalık ki,
garsonun biri her geçişinde çarpıyordu. Üstelik içeride sigara da içiliyordu. Belgrad’ın
sevmediğim tek yanı, mekanların içinde de sigara içilebilmesi oldu. Kalabalığa
ve kokuya dayanamayınca kendimi dışarı attım. İki sandalye vardı, birine
çöktüm. Ücretsiz wi-fi da vardı. Bir Ayşe daha ne ister hayattan ?
Sonra bizim ekip de geldi.
 |
Belgrad'ın gece mekanlarından çektiğim tek fotoğraf bu olmuş =/ |
 |
Bir de bu. Mekanların hepsi dekorasyonuyla, havasıyla çok özenliydi. |
Oradan ayrılıp başka bir mekana daha gittik. Bu kez
dışarı kaçamadım çünkü oturacak yerimiz vardı. Sigara kokusu eşliğinde bir iki
saat de burada geçirdik. Bir sürü mekana girip çıktık. Hepsi de iyiydi.
Belgrad’ın gece hayatıyla ün salması boşuna değildi. Fakat sabaha kadar dans
tipi bir eğlence de pek bize göre değildi. Bünyemiz düzenli uyku isterdi. Yine
de saat 2’yi bulmuştu. Artık bugün özel parti yoktur, zaten saat de geç oldu,
müzik filan sona ermiştir umuduyla odamıza gittik. Uyuduk. Bir süre sonra uyandık
yine aynı gümbürtüyle. Bu kez gerçekten zıvanadan çıkmıştık. Resepsiyona
gittik, görevliyi odaya çağırdık, “Bakın, abartmıyoruz. Müziğin sesini gelin
kendiniz duyun. Siz olsanız uyuyabilir misiniz” diye sorarak. Adam, “haklısınız
ama elimden bir şey gelmez” dedi. Biz de polis çağırırız dedik. Polis çağırmayın
dedi. Biz de “Yarın odamızın değiştirilmesini istiyoruz. Yoksa para
ödemeyeceğiz” dedik. Adamcağız yüzünde çaresiz bir ifadeyle çıktı odadan. Bizim
de sinirler laçka tabi. Neyse yattık. Uyumaya çalıştık. Saat 4 gibi ses azaldı.
Biraz uyuyabildik. Sabah olduğunda, resepsiyondaki kız, Jelena, endişeli ve
üzgün bir ifadeyle karşıladı bizi. “Nasılsınız” diye sorar sormaz kadına resmen
kustuk önceki gece yaşananları. Jelena da “Biliyorum, biliyorum. Size başka bir
oda ayarlayacağım” dedi. Gerçekten çok üzgündü. O kadar üzgündü ki, bu sefer biz
onu teselli eder olduk. “İnsanlık hali. Olur böyle şeyler. Çok da şeyyapma
yaaa” filan diye epeyce dil döktük.
İkinci günün sabahına, Belgrad’ın
süpermarketi Maxi’den kahvaltı alış verişiyle başladık. Üstü açık otobüslerle
şehir turu yaparak şehri gezmek, gezerken de kahvaltımızı yapmaktı planımız.
Fakat bu sefer de tur otobüslerinin nereden kalktığını 40 Belgradlıya sorup,
40’ından da farklı yön tarifi aldık :D İçgüdülerimiz sağolsun, orası mıdır
burası mıdır derken, bir üstü açık otobüs gördük (Tamam, Ramazan gördü ilk). Aradığımız otobüs o olabilir
mi diyerek yanına gittik. Aradığımızı bulmuştuk. Kişi başı 600 Dinar verip (Yaklaşık olarak 18 Türk Lirası yapıyormuş Ramazan'ın hesabına göre. Dinarları 3'le çarpın dedi çünkü) biletlerimizi aldık, üst
kattaki koltuklara yerleştik. Tur güzeldi. Belgrad’ı panoramik olarak gezmiş
olduk. Benim niyetim, 2 numaralı tramvayla gezmekti ama o olamadı. Belki bir
dahaki sefere ;) Bir de bot turu vardı. Onu da yapamadık bu sefer.
 |
Otobüsten Panoramik Belgrad |
 |
Otobüsten Panoramik Belgrad |
 |
Otobüsten Panoramik Belgrad |
Sonraki rotamız, Zemun denen,
Sava nehri kıyısındaki mahalleye gitmekti. Zemun, Yeni Belgrad tarafında bir mahalle. Restoranların olduğu nehir kenarındaki mekanları dolaşmadan önce, mahallenin içini keşfe çıkıyoruz. Burası biraz Havana'ya, biraz İstanbul'daki Büyükada'ya benziyor.


Keşfi bitirdikten sonra, ilk planımız olan Reka Restoranını aradık. Bulmak epeyce sorun oldu, çünkü tabelalar Sırp dilinde. İngilizce tabela yok. Dolayısıyla hangi restoran hangisi bilemiyorsunuz. Sora sora bulduk Reka'yı fakat, oradan elektrik alamadık.
 |
Reka burası |
Rotayı, Vedat
Milor’un gidip önerdiği başka bir restoran olan Šaran’a çevirdik. Burası
epeyce lüks bir restorandı, Belgrad standartlarına göre de pahalıydı. Ama
olsundu! Bir daha mı gelecektik Dünya’ya. Vedat Milor’dan neyimiz eksikti =P
Oturduk. Burası lüks restoran, porsiyonları ufaktır, doymayız diyerekten iki
çeşit yemek söyledik. Fakat, ilk gelen tabağı görünce gözlerimiz yuvalarından
fırladı. Porsiyonlar anne porsiyonları gibiydi. Tepeleme doluydu tabaklar. Yine
de her şeyi mideye indirdik =D Üstüne tatlı da yedik, tatlısı da güzel diye
yazıyordu yorumlarda. Ama tatlılarını vasat bulduk. Siz giderseniz orada
yemeyin. Başka bir yer önereceğim. Tatlıyı orada yiyin ;)
 |
Burada da yine, tıpkı Küba'da olduğu gibi, amcalar koca koca enstrümanlarıyla canlı müzik yapıyorlardı. |
İkindi vakti böyle tıka basa yiyince,
biraz insan olalım, bari akşam yemek yemeyelim dedik. Netekim yemedik =D
Canımız ciğerimiz sokağımızda takıldık. Oturduk, birşeyler içtik. Ürkerek
otelimize doğru gittik. Neyse ki, odamız değişmişti ve gürültüsüz bir odaydı.
Mışıl mışıl uyuduk Belgrad'daki son gecemizde. Giderseniz, Bohemian'da 6 numaralı odadan uzak durun !
Belgrad’daki son günümüze,
Kale’nin parkında piknik yaparak başladık. Maxi’den aldık nevalemizi, çimlere
yayıldık. Hatice, Maxi'den aldığı böreği öve öve bitiremedi. Sıkı sıkı tembihledi beni: Maxi'den börek almalarını yaz diye. Aha da yazdım =P Kahvaltı bana kaç liraya mal oldu ? Kasa fişine bakıyorum 479,99 Dinar ödemişim. Yani yaklaşık 15 Türk Lirası. Fotoğrafta gördüğünüz üzere bir simit, bir ufak ekmek, bir muz (fotoğrafta yok, poşetin içinde =P ), bayaa büyük bir kalıp beyaz peynir, elma, iki çeşit zeytin, kefir (poşette), yoğurt, plastik çatal-kaşık-peçete var bu alışverişin içinde.
Kahvaltımızı ettikten sonra, çimlerde yatıp keyif yaptık. Sonra
Kale’yi bir de sakin haliyle gezelim dedik. Gezdik. Fotoğraflar, selfiler
çekindik ki, anılarımızı unutmayalım, özledikçe dönüp bakalım diye.
 |
Meydanı boş bulan Ayşe yoga duruşları deniyordu =D |
 |
Burası İstanbul Kapısıymış. Cumartesi günü çok kalabalıktı. Pazartesi sakin halini fotoğraflamak keyifli oldu. |
Kale dönüşü, meydanda kahve
molası verdik. Daha önceden önünden geçtiğimiz bir butik pastaneden tatlı
aldık, kahvemize eşlik etsin diye. Šaran’ın tatlılarına 5 basardı. Kayısılı
tart 10 numara 5 yıldızdı. Yolunuz düşerse mutlaka deneyin. Pastanenin adı Hleb&Kifle
Meydana çıkan sokaklardan birinde, Kinez Mihail Caddesinin oralarda, caddenin
alt paralelinde diye hatırlıyorum. Kayısılı tart yiyin. ;)
 |
Kayısılı tart bu ! |
Kahveden sonra, ekip alışverişe
gitti. Ben bir şey almayacaktım. Sokağıma gittim. Doya doya vedalaşmaya.
Kafelerden birine, Kaldrma’ya oturdum.
 |
Otelin resepsiyonundaki kızlardan Tamara, 3 Sırp birası önerdi: Jelen (geyik demekmiş), Lav (aslan demekmiş) ve Nikšicko. Çoğu yer Jelen satıyordu. Lav sordum bir mekanda "yok" dediler. Sonuncuyu da bizim sokakta bir yerde içtim. Sırp biraları da ev şarapları da güzeldi.
|
Aylaklığın tadına vardım. Alışveriş
ekibi dönünce, Tri Sesir’de veda cevabisi yiyelim demiştik önceden. Yedik. İlk
gece ortaya söylemiştik 2-3 çeşit yemek. O nedenle köftenin porsiyonunun ne
kadar büyük olduğunu unutmuşuz. Bizim İnegöl köftenin 2 katı uzunluğunda, 18
adet gelen köftelerin hepsini bitiremedik tabii ki. İştahının açık olması da
bir yere kadar. Niye bir porsiyonu iki kişi paylaşmadık diye hayıflandık fakat
son pişmanlık neye yarar dedik.
 |
Köftelerden yiyemediklerimiz. Toplamda kaç saymıştık yaa, 18 miydi ? Neyse yalan olmasın, porsiyon bayaaaaaaaaa büyüktü ! |
Yemek sonrası, kaçınılmaz son gelmişti. Belgrad’da
otelde, restoranlarda, marketlerde, sokaklarda, barlarda, kafelerde her
yerlerde gördüğümüz memleketlilerimiz tabii ki havaalanında da olacaklardı.
İstanbul’a yakın olması, vize istememesi, ucuz olması, havasının suyunun
tertemiz olması, Belgrad’ı Türkler için bir cazibe merkezi haline getirmişken,
sen hala ne duruyorsun ey okur =P =D
 |
Bohem Sokağımdan manzaralar |
 |
Skadarlija |
 |
Belgrad'da musluk suları içilebildiği gibi, sokaklardaki çeşmelerden de su içilebiliyor. Seyahatimiz boyunca suya para vermedik. |
 |
Skadarlija |
 |
Skadarlija |
 |
Yine o sokak =P |
 |
Skadarlija. "Başka da görülecek yer yok galiba" mı dediniz ? Var, valla var. Bir sürü yer var, da, ben burayı çok sevdim =D |
 |
Malum Sokak =D |
 |
Türk Kahvesi, bazı yerlerde Klasik Kahve diye geçiyor. Ve, duble geliyor. |
 |
Bazı kelimeler çok benziyor Türkçe'ye |
 |
Biznis klub =D |
Bayıldım! Yazı da şahane, fotoğraflar da. 🙋🌺👌
YanıtlaSil😍 çok sevindim beğenmene Semra 😊🙏❤
Sil