Doğa Araştırmaları Sporları ve
Kurtarma Derneği (DASK) her yıl “Doğada Görüntü Avcılığı Yarışması” düzenliyor.
Geçen seneki Samsun Vezirköprü’de, ondan
bir önceki yıl İğneada’da yapılmıştı. Bu sene ise 16-19 Mayıs 2013 tarihleri
arasında Tokat’ın ilçesi Niksar’da yapıldı. Kars’lı fotoğraf sanatçısı A. Kadir
Ekinci ile tanışmamış, sohbet etmemiş olsaydım, bu seneki DOGAY’a katılmayı
aklımdan bile geçirmezdim. Kadir Ekinci’ye, AFSAD’da bir sohbet sırasında, Kars’tan
sonra Türkiye’de en çok beğendiği yerin neresi olduğunu sormuştum. O da hiç
tereddütsüz, “Tokat” demişti. O sırada
ortada DOGAY mogay yoktu. Sonra bir de baktım, bu seneki DOGAY Tokat’ın ilçesi
Niksar’da. Üstelik, aksiyon sever dostlarımın çoğu da orada olacak ! Ben durur
muyum ? Tabi ki durmam. 17 Mayıs Cuma akşamı iş çıkışı üç araba Ankara’dan
Niksar’a doğru yola çıktık. Niksar’a, kamp alanına vardığımızda gece yarısı
olmuştu. Yol arkadaşlarım Özgür, Deniz ve Avni Bey’in yardımlarıyla çadırımı
kurdum. Çadır arkadaşım Yelda, ertesi gün sabah başka bir grupla yola
çıkacağından o geceyi çadırda tek başıma geçirecektim. Ürkmedim mi, ürktüm. Bu nedenle çadırlara yer seçerken, Özgür’e neredeyse yalvardım, “Çadırları
birbirine yakın kuralım noluuuuuuurrrr” diye. Bu benim ikinci çadır konaklamalı
gezim olacaktı. İlki geçen yaz, Akçakoca’da idi. Çadırda kalmaya alışır mıyım,
sever miyim, tereddütlerim vardı. Çadır
kurmak filan nasıl olacaktı ? Kim uğraşacaktı ? Yola çıkmadan önce evde salonda
kurmayı denemiştim olmamıştı. Kafam soru işaretleri ile şüphelerle doluydu.
Üstelik de gecenin bir köründe kurulacaktı o çadır. Neyse, imece usulü
çadırımızı kurduk. İçini yerleştirdim. Matı serdim, uyku tulumunu serdim. Gece
lambasını astım. Yanlarda cepler varmış, onlara eşyalarımız koydum. Hatta
çadırı geri toplarken o ceplerde lens solüsyonumu ve gözlüğümü unutmuşum. Allah’tan
Yelda fark etti son anda toplanırken. Yoksa, aranıp duracaktım ta ki 1-2 Haziran’daki
Lahitkaya’ya gidene kadar. Çadırlar kurulduktan sonra birer yorgunluk kahvesi
içtik, hatta Deniz’in getirdiği votkadan da içtik. Bu arada diğer çadırlardan birinden gelen sesin desibeli,
Boğaziçindeki Rasathanede bile ölçülemeyecek cinstendi. Yer gök inliyordu
sanki. Belki bir bakıma iyiydi bu durum, zira o gece çadırda sakin sakin
uyuyabildiysek, civardaki ayı, domuz,
tilki kardeşler bize “hoş geldiniz” demeye gelmedilerse, bunu o amcanın horlama
sesine borçlu olabiliriz. Olaylara tek taraflı bakmamak lazım nitekim. Neyse, uyuyalım
artık, en azından o sese rağmen bunu başarır mıyız bir görelim dedik. Sabah olup da gündüz gözüyle baktığımızda, Yelda ile ortaklaşa
aldığımız minik mavi çadırımız o kadar sevimli görünüyordu ki, hemen
fotoğrafını çekip Yelda’ya gönderdim.
O gün arabalarla Niksar’ın yaylalarını gezdik.
Gözümüz yeşile doydu.
Bu arada, bu geziye damgasını vuran olay Özgür’den geldi J Arabayla giderken,
Özgür kolunu camdan dışarı çıkarmıştı. Derken arkadan bir köpeğin sesini duyduk.
Arkamızdan koşuyordu köpek. Özgür de kolunu camdan iyice çıkarıp köpeğe “gel
bak gel, kolum burada” diyip gülüyordu bir taraftan da. Fakat, köpek, sen hızla
koş, arabaya yetiş, az daha Özgür kolunu kaptırıyordu J Gezimize zaman zaman yağmur da
eşlik etti.
Yeşillerin arasından fışkıran
rengarenk çiçekler. Kuzucuklar, arkadaşım eş-arkadaşım şek-arkadaşım
eşşeeeeeekler. Şelaleler. Bizi evlerinde ağırlayan, karnımızı doyuran,
güleryüzlü çift.
Akşam olduğunda nihayet Yelda,
Hamuki ve Murat’dan oluşan ekip de gelmişti. Onlar cumartesi sabah yola
çıkmışlar, Amasya’ya uğrayıp Niksar’a öyle gelmişlerdi. Niksar’a geldiklerinde
de Kale’ye çıkmışlardı. Yağmura yakalanınca da oradan kalkmak bilmemişler.
Buluşmak için gün içinde defalarca telefonla konuştuk. Biz o yayla senin bu
yayla benim gezip dururken, Yelda’yı her aradığımda “ne yapıyorsunuz
neredesiniz” diye sorduğumda aldığım yanıt: “Kale’deyiz çay içiyoruz” oldu J Sonunda biz de Niksar’a
dönebildik. Kamp alanına gittikten sonra, Niksar’a Kale’ye onların yanına
gittik. Kale’yi şöyle bir gezdikten sonra akşam yemeği için Arzum Havuz
Restoran’a gittik. Oradan da ödül törenini izlemeye. Tören faslı bizi sıkınca
dedik “Amaaan ne işimiz var burada. Gidelim kampımıza bir güzel içelim.” Yolda jandarmalar çevirdi araçlarımızı. “Yasadışı
bir şey var mı” diye bagajımızı açtırdılar. Kimliklerimizi aldılar. Neyse ki arabada “yasadışı” bir şey bulamayınca, bizim
de sabıkasız-suçsuz masumlar olduğumuza kanaat getirince bıraktılar. J Kamp alanına vardık.
Nevaleleri çıkardık. Tam ateş yakacaktık kiiiiiiiiii, önce gök gürledi. Sonra,
gök delinmişçesine bir yağmur başladı. Ama tabi bize vız gelir tırıs gider.
Kameliye gibi biryerin altında toplaştık. Şarabımızı içtik, sohbetler ettik.
Güldük şakalaştık eğlendik. Sonra çadırlarımıza gittik tıpış tıpış. Yağmurda
uyur muyuz uyuyamaz mıyız, çadır su alır mı almaz mı endişeleriyle girdik
çadıra Yelda ile. Ne yağmurun sesi rahatsız etti, ne de çadırımız su aldı.
Mışıl mışıl uyudum ben. Yalnız, bazı arkadaşlarımız içinde nevale olan poşeti
çadırın dışında bırakınca, köpek dostlarımız gelmişler, onlara ikram ettiğimizi
düşünmüş olmalılar, poşetteki yiyecekleri bir güzel yemeye koyulmuşlar.
Hışırtılara uyanan arkadaşlar önce domuz-tilki ya da ayı geldi sanmışlar. Köpek
olduğunu görünce rahatlamışlar.
Sabah olunca Niksar’a gittik, Niksar
Evi’nde kahvaltı ettik. Servisi yapan hanım, daha önce hiç bu kadar kalabalık
grubun gelmediğini, alışkın olmadıklarını söylerken bir yandan da servisi
eksiksiz yapabilmek için çabalıyordu. Güzel bir kahvaltının ardından gruplar
ayrıldı. Ben de Özgür ve Deniz’i satarak Yelda, Hamuki ve Murat’ın olduğu
arabaya geçtim. Çünkü Deniz ve Özgür Amasya üzerinden gidecekti. Hamuki’ler de
Tokat’ı ve Ballıca Mağarasını gezeceklerdi. Oraya kadar gitmişken Tokat’ı
gezmek daha mantıklı geldi. “Amasya’ya da başka bir sefer giderim” diyerek
Hamuki’nin arabaya kuruldum. Yelda’yı biraz sıkıştırdım ama arkadaşım sağolsun
hiiiiiç ses çıkarmadı. Tokat’ın içini şöyle bir gezdik önce. Hamuki zaten Tokat’lı
olduğu için rehberimiz oydu. Bizi “Yeşil Vadi” diye bir restorana götürdü.
Nefis bir Tokat Kebabını mideye indirdik. Sonraki hedefimiz, Ballıca Mağarası
idi. Mağaraya giden yol, zaten anlatılmaz yaşanır güzellikteydi. Bir de akşam
olmuştu. Akşam ışığında yollar, tarlalar, evler, insanlar, her şey ama her şey son
derece güzeldi. Sinematografikti. Vakit olsa her beş dakikada bir durulur yüzlerce
fotoğraf çekilirdi. Ballıca Mağarası, tahmin ettiğimden daha etkileyiciydi. Bir
kere çok büyük bir mağaraydı ve içi o kadar etkileyici oluşumlarla,
sarkıtlarla, dikitlerle doluydu ki. İnsanın hayal gücünü harekete geçiren,
başka bir dünyada olduğu hissini veren bir ortam. Sarkıtların çoğu, sanki
Rönesans dönemi heykeltıraşlarının özenle yonttuğu heykeller gibiydi. Mağarada
saatlerce kalabilirdik aslında ama hava kararmıştı, uzun bir yol bizi
bekliyordu, ertesi sabah işe gidilecekti vesaire vesaire….
Sonuç olarak, sıcacık bir
haftasonu geçirip kürkçü dükkanına döndük efenim.
E yazıya başlığını veren türküyü de dinleyelim değil mi ?
peek güzel pek
YanıtlaSilşu mağaraya da bi dalasım gelmedi desem yalan valla :)
Yazgüneşim, yahu gidilecek görülecek gezilecek ne çok yer var ! Nasıl yapiciiiiz, nasıl yetişiciiiiiz hepsine =( =D
YanıtlaSilMağara görülesi bir yerdi.Ne biçim soyutlamalar, detaylar, dokular çekilirdi.